Çocukluğumda okuduğum ve beni çok etkileyen bir masal vardı: Akrebin biri, bir derenin kenarında bekleyen kurbağanın yanına yaklaşıyor ve ondan kendisini derenin karşı tarafına geçirmesini istiyordu. Kurbağa bu teklife hiç sıcak bakmıyor, yapma akrep kardeş, ben sana nasıl güvenirim, sen beni derenin ortasında sokup öldürürsün, diyor… Akrep yılmıyor ve kurbağayı ikna etmeye çalışıyor; sana söz veriyorum diyor, asla seni sokup öldürmeyeceğim, inanmıyor musun bana… Kurbağa diretiyor, boşuna uğraşma, seni karşıya geçiremem, bunu benden isteme, diyor. Akrep yılmıyor, bütün gayretiyle kurbağanın aklını çelmeye çalışıyor, kurbağa kardeş bir düşün, seni sokup öldürürsem ben de boğulurum, hiç böyle bir şey yapabilir miyim, bir düşünsene, diyor… Ve sonunda kurbağa akrebi derenin karşı kıyısına geçirmeye ikna oluyor… Derenin tam ortasında geldiklerinde akrep zehirli kıskacını çıkartıp kurbağanın sırtına sokuyor. Acıya afallayan kurbağa akrebe dönüp, ne yaptın akrep kardeş, hani söz vermiştin, beni sokmayacaktın, diye soruyor… Kurbağayla birlikte derenin derinliklerine gömülmeye başlayan akrep yarı alaylı, yarı çaresiz, ne yapayım kurbağa kardeş benim doğam böyle, ben böyle yaratılmışım, diyor…

Peki bizim bu öykülerde, bu oyunlarda yerimiz ne? Hatırlarsın elbet. Hem sen hiçbir şeyi unutamazsın ki… Çünkü bilirsin ki aşk bellektir. İlk tanıştığımız günlerde bizi birbirimize bağlayan duygulardan biriydi konuştuğumuz… Sana o güne dek kimse aşık olmamış, tutkuyla bağlanmamıştı. Güzel, çekici, duyarlı ve daha birçok olumlu özeliğe sahip bir kadın olmana rağmen hep bağlanan, hep acı çeken, hep özleyen taraf sen olmuştun… Neden, diyordun, neden, neden biri çıkıp da bana aşık olduğunu söylemedi, diye dert yanıyordun… O kadar derinden sevdiğin halde hep terk edilen sen oluyordun… Bu işte bir yanlışlık var, diye yakınıyordun… Ve yanlışlığın nerede olduğunu bir türlü anlayamıyor gibi görünüyordun… Anlıyordun belki, ama anladığın şey sana ürküntü ve tiksinti verdiği için anlamazlıktan geliyordun… Biliyordun aslında, ilişkiler de tıpkı hayata benziyordu… Hayat nasıl güç ve hesaplar dengesiyse ilişkilerin doğası da öyle belirleniyordu… Oyunlar ve tuzaklar üzerine kuruluydu ilişkilerin çoğu… Kendisini bir şekilde saklayan, kişiliği etrafında tuhaf, anlaşılmaz bir gizem yaratan kişi bir şekilde ilişkide gücü elinde bulunduruyor ve sonuna kadar o yönlendiriliyordu… İlişkinin gevşeme anlarını ve karşı tarafın bağımsızlığını ilan edeceğini hisseden taraf, onun oyununu bozmak için masanın altında gizli bir rekabet havası yaratıyor ve terk edileceğini sezer sezmez birlikte olduğu kişi üzerinde hiç olmadığı kadar güçlü ve kendini sağlama almış izlenimi yaratarak iplerini eline geçiriyor ve onun hınç ve öfke duygusuyla da olsa kendisine bağlamayı başarıyordu...

Bu oyunlardan hangi birini yapabilirdin ki sen? Yapmaya kalkıştığında sen, sen olmazdın ki… Ruhsal bütünleşme olmazsa o ilişki asla dönüşemezdi ki… Ruhsal bütünleşme olması için her iki tarafın aynı anda üzerindekilerini çıkarıp, hiçbir maske ve kalkan olmadan, ne iseler o olarak çırılçıplak sarılmaları gerekirdi… Ama her defasında önce soyunan, üzerindekileri ilk çıkaran sen oluyordun. Savunmasız çıkıyordun sevdiğinin karşısına… Onun soyunup soyunmadığının farkına varamayacak kadar coşkulu bir telaşla yapıyordun bunu… İşte bu yüzden kimse sana tutkuyla bağlanmıyor, peşinden yana yakıla koşmuyordu… Aksine, ne kadar güzel ve çekici olsan da kısa sürede bıkıp sıkılıyorlardı senden… Ve bu kadar çocuksu bir inanışla üzerindekileri soyup çırılçıplak kaldığın için sana kuşkuyla bakıyorlar, hatta gizliden gizliye seni küçümsüyorlardı… Ne tuhaftı ki seni yaralayıp terk edenler bu terk edişten bekledikleri zafer sarhoşluğunu bile yeterince tadamıyorlardı…