Tevrat'ta 'bal ve süt' ülkesi olarak geçen Kenaneli'nin 'vaat edilmiş' topraklarıyla alfabenin mucidi Fenike'yi düşünüyorum... Tüm Semitik kökenli dillerde, karlı zirvelerinden dolayı 'Beyaz Dağ' diye anılan Lübnan'ın başına gelenleri. Bu küçük ama zengin (yalnızca yerel kaynakları açısından değil tarihi ve kültür mirasıyla da) ülkenin, yıllar boyu birbiriyle halleşip kaynaşmış ama ilk fırsatta birbirinin gözünü oymaktan geri kalmamış Hıristiyan, Müslüman, Dürzi halklarının trajik alın yazısını...

MS 551'deki depremde yerle bir olmadan, dev dalgaların altında yitip gitmeden önce antikçağın en önemli yerleşimlerinden biri vardı burada. Mermer sütunları, tapınakları, su kemerleri, tiyatrosu ve hipodromuyla olduğu kadar Roma İmparatorluğu'nun dört bir yanından gelen öğrencilerin en yetkili hocalardan ders aldığı Hukuk Okulu'yla da ünlüydü. Ama taş üstünde taş kalmadı bir anda, eski kent yeryüzünden silindi gitti. Neyse ki bugün, son savaşta yıkılan kent merkezindeki metruk alan, kazı çalışmaları sayesinde canlanmış durumda. Beyrut'un Fenike, Helenistik, Roma ve Bizans mirası yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor. Haçlılardan kalma kilise kalıntılarıyla Kölemen ve Osmanlı hamamları da. Dev vinçleri, kıyı boyunca yükselen gökdelenleri ve köstebek yuvasını andıran kazı yerleriyle büyük bir şantiye halinde Beyrut, her kazma darbesiyle eski kimliğine kavuşma mücadelesi veriyor.
Otelin balkonundan gördüğüm manzara: çanak antenlerle sarmaş dolaş kuruyan çamaşırlar, harap bir evin çatısına yığılmış, ne işe yaradığı belirsiz eski otomobil lastikleri ve bir parça deniz: Akdeniz. Romalılardan bu yana 'bizim' olan, yine de bir türlü paylaşamadığımız, tarih boyunca kan gölüne dönüştürdüğümüz deniz. Bu yüzden olsa gerek, Filistinli şair Mahmut Derviş ünlü 'Beyrut Kasidesi'nde 'Ak ya da kurşuni, nisanda yeşil. Gerçekte mavi ama öfkelendiğinde her mevsim kıpkırmızı' der Beyrut'un denizinden söz ederken.

Boş arsada tek başına bir palmiye bekliyor, öyle mahzun, yalnız, kurumak üzere. Sivri yaprakları arasından beş katlı bir yapı görünüyor, duvarlarında mermi izleri, içi boş, pencereleri kırılmış. Her yıkımdan sonra küllerinden doğsa da, savaşın (daha doğrusu peşpeşe patlak veren savaşların) yaralarını tümüyle saramamış bir kent görünümünde Beyrut.

İSYAN VE SEVGİ İFADESİ

Üç yıl öncesinin İsrail bombardımanından söz etmiyorum, iç savaşın yol açtığı derin yaralar var hala, yalnızca kentin mimari dokusunda değil, insanların yaşamlarında da. Bir anlamda mirasçısı olmayan, yani sahipsiz bir kentteyim. Sahi, yüce dağlardan Akdeniz'e yumuşak bir iniş yapmış gibi sere serpe uzanan bu güzel yarımadanın gerçek sahibi kim? Yine Mahmut Derviş'e dönersek 'Saygıyla kıyıya inen dağlarla, dağlara yükselen denizin' sahibi? Bir ulustan ziyade çokkültürlü, çokdinli bir topluluklar harmanı olan Lübnan halkı mı, hala kamplarda yaşayan Filistinliler mi yoksa? Filistinliler silahlarıyla 1962'de kovulmuştu bu kentten, dolayısıyla onlar olamaz. 0 zaman Hizbullah örgütüdür belki ya da Suriye. Lübnan'ın tek sahibi yok anlayacağınız. Bu yüzden de başına gelmedik bela kalmamış.
İsrail bombardımanları sırasında 'kim derdi ki bir gün' diye yazmıştım, 'evet bir gün her şey yeniden başlayacak, kentin kalbine yeniden bombalar yağacak? İç savaştan, Sabra - Şatila katliamından, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün zorla sürgüne gönderilmesinin ardından İsrail, Lübnan'a yeniden müdahale edecek, bu kez Hizbullah'ı ortadan kaldırmak bahanesiyle yeniden siviller ölecek. Kim derdi ki bir gün, önce Suriye'nin gizli, sonra İsrail'in haksız ve ölçüsüz müdahalesiyle kan dökülecek, Beyrut yeniden geçmişin acılarını yaşayacak.' Yalnızca bir isyan değildi bu satırlar, aynı zamanda bu ülkeye, bu kente duyduğum ilgi ve sevginin de ifadesiydi. Arkadaşlarım vardı orada. Kitaplarımın Arapça çevirilerini yayımlayan Dar Al Farabi Yayınevi ve yöneticisi Abou Akl bombardıman altındaydı. Kentin en akıllı, en cana yakın, en güzel gazetecisi, sevgili Joumana ve onun gazetesi An-Nahar bombardıman altındaydı. Arap dünyasının en değerli yazar ve şairleri, dostlarım Elias Ghoury ve Amman'da yaşamakla birlikte yolu sıkça Beyrut'a düşen Mahmut Derviş bombardıman altındaydı.