Yazdı, tatildi derken... Pervasızca, sorumsuzca yedik içtik...
İçmek yok tabi de!
Tatilde kolay kolay içmem ben, şeytan gelip koluma girmediyse o gün!
Can Yücel ile Muhtar Orhan'ın kafa kafaya verip Muhtar Orhan'ın Meydan Kahvesi'nde, yaşlı badem ağaçlarının altında devirdikleri 'Evin'i saymazsak tabi!
Tatilde kendimi her anlamda dinlendiriyorum anlayacağınız!
***
Yediğimizde de bir şey yok aslında. Ama işte...
Ne diyordu Serdar Turgut?
Dümensiz Serdar!
Yazılarında sık sık, cinsel ilişki uzmanı Haydar Dümen'e takıldığı için ben ona Dümensiz Serdar diyordum.
Eskiden, bu işler böyle olmadan önce, ne güzel yazılar yazıyordu Serdar Turgut ve daha pek çok yazar...
Diyordu ki Dümensiz Serdar:
'Şişmanlamıyorum, kalınlaşıyorum sadece.'
Biz de işte...
Yaşımız ilerledikçe yesek de yemesek de her geçen yıl biraz daha kalınlaşıyoruz.
Fok balıkları gibi...
Yahut da kışa hazırlanan kutup ayıları gibi yağlanıyoruz.
***
Tabi bunların hepsi bahaneden ibaret...
'Su içsem yarıyor,' derler ya...
Sudan bahaneler yani!
***
Bahaneler uydurmaya gerek yok oysa.
Datça'da akşamları, yemek sonrası yürüyüşe çıkma numarasıyla sahil yolunda limana doğru yürürken bal bademli keçi sütü dondurmalarını, çatal gibi kullanılan kürdanla yenen sıcak lokma tatlılarını yediysek ki yedik, o zaman kefaretini de ödeyeceğiz elbette.
Onun için...
Hastaneye gidip bir kontrolden geçelim istedik. Sen misin bunu isteyen!
Mesai sekizde başlıyor, ben yedide gittim hastaneye ilk sırayı alayım, işim erken bitsin diye.
Varınca şok oldum. Bir kalabalık bir kalabalık... Herkes erken gelmiş. Hem de benden daha erken.
Hayret! Saat kaçta kalkıp gelmişler.
Ben saf saf bakınırken sağa sola...
'Adını yaz şu kağıda!' dediler.
Vatandaş çözüm üretmiş. Demokrasilerde çözüm tükenmez tabi! Koparılmış bir defter sayfasına gelen adını, sırasını yazıyor.
'Adımı yazmama gerek yok, zaten sona kalmışım,' dedim. Israrla, 'Sen yaz!' dediler. Çok öfkeliydiler. Herhalde sıraya girmeden içeri dalacağımı zannettiler.
Hemen kağıdı kalemi aldım. Yazdım. Sıram kırk yedi. Randevu sırası alma sıram! Yani sıranın sırası!
***
Başladık beklemeye. Koridorda volta atıyoruz müebbet yemiş mahkumlar gibi.
'Nasıl düştüm buralara,' diyorum ben, 'biraz dikkat etseydim yediğime içtiğime...'
***
Çok değil, on beş yirmi dakika içinde defter sayfasının iki yüzü de doldu. Yeni kağıt çıkardılar. Sıra numarası yüzü geçti. Sürekli geliyor insanlar. Çoğu da, garip bir şekilde, birbirini tanıyor. Ben içlerinde yabancı yabancı duruyorum.
***
Bekliyoruz duvar dibinde. Arada bir dönüp geriye bakıyorum. Sıra metrelerce uzayıp gidiyor.
Bu kadar insan nasıl muayene edilecek; bu kadar insana doktor, hemşire, personel nasıl yetişecek?
Bunun üstesinden gelebilmeleri, bu kadar insana yetişebilmeleri için insanlık dışı bir çalışma göstermeleri gerekiyor. Mesela hiç tuvalete gitmeden, hiç susamadan, hiç acıkmadan çalışmalılar.
***
Sürekli artan hasta sayısını gördükçe bende de bir tedirginlik başladı ki…
Ya sıramı kaybedersem? Kağıtta yazıyor ama…
Ama biri işaret edip de, araya girdi derse tekme tokat sıranın en sonuna atarlar beni.
İçimde bir kaygı… Poliklinik kapısından geçebilecek miyim, muayene sırası alabilecek miyim, doktora ulaşabilecek miyim?
Ya buradan da başka bir bölüme, başka bir sıraya gönderilirse?
Bu gün buradan çıkabilecek miyim? Hiç gelmese miydim acaba?
Kefaretinin bu kadar ağır olduğunu bilseydim, yiyip içtiğime dikkat ederdim biraz.
Bir de deveyi hamutuyla yutanlar var, onlar nasıl ödeyecekler o yediklerinin kefaretini acaba?