Biliyorum!
Sıktı şu Datça işi.
Sizin de kafanızı şişirdim gördüklerim karşısındaki…
Datça'daki plajların…
Sahillerin…
Dağın taşın nasıl zapt edildiği…
Nasıl yağmalandığı…
Nasıl ele geçirildiği karşısındaki şaşkınlığımı sizlere anlatarak.
***
Kimileri,
'Uyduruyor,' dedi. 'Dağın eteğine kim, neden villa yapsın ki?'
Kimileri,
'Abartıyor,' dedi. 'Koskoca bir dağ tel örgü içine alınır mı? Dağın sahibi olur mu?'
Haklılar aslında.
Ne yalan söyleyeyim ben de inanamıyorum kendime.
Gözlerimin gördüklerine.
O kadar şaşkınım yani.
Nasıl olur diyorum!
Nasıl olur!
Nasıl olur da plajın, dağın, taşın sahibi olur?
Bilmiyorum.
Bir açıklaması vardır bütün bunların belki de.
Biz de bu dünyaya geldik.
Biz de bu dünyada yaşıyoruz.
Ve dünya…
Ve yaşamak güzel…
Fakat neden herkes farklı yaşıyor bu dünyada.
Kargı Koyu'ndaki taş yapının önünde denize giriyorduk.
Sahipsizdi plaj.
Yani halkındı.
Bayramdan önceki cuma akşamı taş yapı faaliyete geçti.
Plaja şemsiyelerini açıp şezlonglarını yerleştirdiler.
Gidip sorduk.
Oda kahvaltı bin iki yüz liraymış.
Denize açılıyor taş yapının kapısı.
Sonraki gün…
Biz de dahil sadece önünden geçebildi insanlar.
Şezlonglarında güneşlenen, günlüğüne bin iki yüz lira ödeyen müşterilerini rahatsız etmemeye özen göstererek.
***
Şu Datça'dan kurtuluş yok.
Yazı yine bizi alıp aynı yere getirdi.
Yine kafanızı şişirdim biraz.
Kusura bakmayın.
Sadece size anlatıyorum bunları ama.
Sadece size anlatabiliyorum yani.
Her yazar korkunç yalnızdır aslında.
Onu anlayacak tek yakınları yalnızca okurlarıdır.
Onlar da uzaktadır.
Ne korkunç bir şey ki hiçbirini tanımadan…
Hiçbiriyle bir tek anı dahi paylaşmadan…
Hiçbiriyle hiç karşılaşmadan…
Karanlık bir odada…
Bir masa başında…
Yalnızlık içinde ölüp gider yazarlar.
Ölürken…
Hayret ederler!
Akıl erdiremezler, bu kadar güzel bir dünyayı hiç yaşamadan, yazı uğruna çarçur edişlerine.