Orhan Kemal; her sabah, her gece de diyebiliriz, 03’te kalkıp romanını yazmaya başlamadan önce cezveyi ocağa sürüp sabırla kahve pişiriyormuş kendine.

Ringe çıkan boksörün, rakibine gözdağı vermek için maç öncesi yaptığı enteresan hareketler gibi yazarlar da daha kim bilir ne hareketler, ne ritüeller yapıyorlardır yazmaya başlamadan önce.

Ben de yazı yazmak için masanın başına oturmadan önce kendime bir kahve yaptım.

Tabii bizimki zamana uygun hazır kahve. Orhan Kemal’in gaz ocağında fokurdatarak sabırla pişirdiği kahveyle boy ölçüşemez.

Yazdığımız şu yazının da, onun romanları yanında sözü bile edilemez.

***

Meşhur, sükseli, tanınan bir yazar gibi elimizde kahveyle yazının başına oturduk ama…

Yazıyı yazmak o kadar da kolay olmayabilir.

Belki de yazamam. Belki de kalkıp giderim yazının başından, kahveyi içtikten sonra.

Hatta belki de, daha önce birçok kez yaptığım gibi, Yazı İşleri Müdürünü arayıp;

“Yazı yazmayacağım artık!” derim. Bu sık sık aklımdan geçmiyor da değil.

***

Aslında yazı tam olarak aklımda…

Kahve bitinceye kadar, dakikalar içinde yazıyı yazabilirim.

Ama bu önemli değil. Önemli olan iyi bir yazı yazabilmek. Zor olan bu…

***

Nerede okumuştum, kimin hikayesiydi?

Ne kötü, hikayeyi hatırlayıp da yazarını hatırlayamamak...

Şöyle diyordu, hikayenin kahramanı için;

“Masadaki tatlılara genç bir kıza bakar gibi bir iştahla bakıyordu.”

İnsana tat vermeli yazı…

İnsan yazıyı, obur bir insanın masadaki tatlılara duyduğu iştahla okumalı.

Yazı dediğin nedir ki zaten?

Hayatı renklendirmekten, insana tat vermekten başka neye yarar ki yazı?

Okununca insanın yüzünde hafif bir tebessüm bırakmalı yazı.

Ve o tebessümü; ince bir ruha sahip genç bir kızın yüzünde bırakıyorsa yazdığın yazı…

Bunu şöyle de yazabiliriz:

Bir insanın, yazdığımız yazıyı okurken aldığı tatla genç, güzel bir kadınla bir anı paylaşmaktan aldığı tat!...

Bunda bir şey yok ama yine de burada duralım!

Kim bilir, yazdığımız şu yazıyı tesadüf mesadüf, belki de bir tanıdığımız; yan komşumuz, alt komşumuz, üst komşumuz; uzak yakın bir akrabamız okur da rezil rüsva oluruz.

Onun için, o tür şeylere hiç girmeden; şöyle herkesin hoşuna gidecek, herkesi memnun edecek bir yazı yazalım.

Yazacağız yazmasına da şu dışarıdan gelen bağrış çağrış, gürültü patırtı olmasa…

Belediyenin su sakası, paketçi, kargocu, sütçü, tüpçü…

***

Aynı gazetede yazıyorduk. Gazeteye gidip gelirken karşılaştığımızda, ayaküstü;

“Nasılsın, ne yapıyorsun?” diye soruyordum.

Neşeyle, gülerek;

“Bu ülkeyi biz kurtaracağız. Memleket kurtaran yazılara devam!” diyordu.

Bir gün de,

“Yok abi ya!” dedi. “Kimsenin bizim yazıları okuduğu falan yok. İnsanların merak ettiği, senin üstadın yazılarında hangi fıkrayı anlatacağı. Adamın yazdığı yazıları da biliyorsun; ama insanlar bizi değil onu okuyor.”

E hadi biz de bir fıkra anlatalım yazının tam da burasında.

Adam acayip kıskançmış. Karısına,

“Bu tüp neden ikide bir bitiyor? Tüpçüyle ne haltlar karıştırdığını bilmiyor muyum zannediyorsun? Öldüreceğim o tüpçüyü!” diye tutturuyormuş.

Adamın elinden bir kaza çıkacak korkusuyla başka şehre taşınmışlar.

Bir süre sonra adam yine başlamış, “tüpçü tüpçü!” demeye.

Kadın çaresiz,

“Yapma etme, bak kalkıp ta buralara geldik,” demiş.

Adam,

“Sen beni aptal mı zannediyorsun?” demiş. “Burada da tüpçü var!”

***

Yazı dediğin nedir ki?

Ne işe yarar ki yazı, insanın yüzünde tatlı bir tebessüm bırakmaktan başka.

Hele bu tebessüm, inci küpeli kız gibi genç, güzel bir kızın yüzündeyse…

İşte bu dünyalara değer.