“Yazını çok beğendim,” dedi. “Sosyal medyada paylaştım.” “Nasıl paylaştın?” dedim. Gösterdi.

Sayfalar birbiri arkasına akıp gidiyor. Tek bir kelimeyi bile okumak mümkün değil.

“İyi de,” dedim, “insanlar nasıl okuyacak bunu?”

Yüzüme baktı. Cahilliğime şaşırmış.

“Okumak için değil bu,” dedi.

“Okumak için değil mi?” dedim.

“Değil.”

Ne için peki?”

“Görünmek için. Bu görüntü sadece. İnsanlar seni görsün, senden haberdar olsun diye.”

Şaşırdım.

“Şimdi,” dedi, “paylaşımını beğenenleri yanıtlamalısın.”

“Nasıl yanıtlayacağım?”

“Kalp gönderebilirsin onlara.”

“Daha neler! Tanımadığım insanlara kalp mi göndereyim? Kırmızı kalp! Bunu yapmayacağım!” dedim.

***

Ne kadar da hızlı değişti her şey. Ve neredeyse değişmeyen hiçbir şey kalmadı.

Bir iki yıl içinde rakamlar bile değişti.

Kitaplığımdaki kitapların etiketlerine bakıyorum.

İki lira, üç lira, beş lira. Bilemedin on beş lira.

Çok değil, iki yıl önce aldığım kitaplar.

Kitapçıdaki etiketlere bakıyorum. Bir kitap alayım istiyorum. Yeni yayımlanmış.

Kitapçıdan eve gidip çay, kahve…

Eşim bir şey demezse, bir iki kadeh kırmızı şarap belki…

Ve müzik…

Dünyayla bağlarımı kopararak saatlerce okuyayım istiyorum.

Fakat işte. Almak istediğim kitabın fiyatı yüz elli lira.

E her şey değişti tabii. Değişmeyen ne kaldı ki?

Neydi o söz? Afili bir söz vardı.

“Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir!”

Böyle miydi tam olarak?

***

Her şey değişti. O da bize denk geldi.

Her kuşak için mi böyleydi bu?

Babam at arabasıyla başladı hayata. At arabasıyla da devam etti.

Onun için değişim, tırpanla biçtiği ekinlerin biçerdöverle biçilmeye başlanmasıydı.

Tırpanı örsün üzerine yatırıp çekiçleyişi hala gözümün önünde…

Çekiçle demiri döve döve keskinleştirir, keskinliğini de başparmağıyla kontrol ederdi.

Parmağında kandan bir iz oluşursa tamam demekti tırpan.

Gaz lambasından elektriğe geçilmesiydi babam için değişim.

Mavi, yeşil, kırmızı boyalı tel dolapların yerini buzdolaplarının almasıydı.

Köy kahvesindeki çevirmeli telefondan sonra evlere telefon gelmesiydi.

Tam bir şenlikti köy kahvesindeki o çevirmeli telefon.

Telefon numarasını kahveciye verirdin. Kahveci başlardı telefonun yan tarafındaki kolu çevirmeye.

Kolu çevirir çevirir, sonra durup bağıra bağıra sorardı:

“Alo ora nere?”

“Sen nereyi arıyorsun?”

“Alo alo, ora santral mi?”

“Ne santrali ulan, kerhane bura!”

***

Ya bizim kuşağa denk gelen değişim? İnsanın başını döndüren, hızlı bir değişim.

Ve insanı zorlayan bir değişim. Şifreleri unutma, internet dolandırıcılığıyla baş et, internetten alışveriş yap, telefonundaki banka uygulamalarını güvende tut…

Ne internetten ne sosyal medyadan anlayan yaşlı, cahil, geri kalmış görülmekten korkuyor insan.

Onun için de başlıyorsun değişimin içine doğan kuşağın peşinden koşmaya.

“Dünyaya erken geldik biz yeğen,” derdi Kör Kamil.

Biz de erken geldik dünyaya.

Erken ki ne erken!...

Dünya bambaşka bir yere gelmiş. Biz de hala yazı yazıyoruz, kırmızı küpeli kızın kalbinin derinliklerine dokunma hayaliyle.