Yazı yazmak falan gelmiyor içimden.
Yeterince yazdık. Yeterince saçmaladık yani.
Ne diyordu Bukowskı,
'Neredeyse bilerek bir sürü saçmalık yazarım, devam edebilmek için. Ve çoğu iyi değildir gerçekten, ama formumu korumaya çalışırım.'
***
Bizim bir formumuz falan yok tabi. Yazıyoruz işte.
Bugün yazıyoruz. Yarın yazar mıyız?
Rol kesmeye… Bu oyuna, kendimizi yazar zannetme oyununa devam eder miyiz?
Hiç belli olmaz. Yazmayı sürdürüşümüz pamuk ipliğine bağlı. Koptu kopacak.
Çünkü profesyonel değiliz yazı konusunda.
Bukowskı de postanedeki işini bırakıp geçimini yazarak sağlamaya başlayınca Bukawskı oldu.
Yani postacılık yapmak yerine, eve mektup getiren postacı kadını yatağa atıp becerdiği yalanını uydurunca...
İnsanların, namusuyla çalışan Postacı Bukowskı'yi değil de ayyaş, serseri, onu bunu beceren namussuz Bukowskı'yi seveceğini keşfedince Bukowskı Bukowskı oldu.
E bunlar da bize göre değil tabi.
Kendini Bukowskı zanneden yeterince dangalak da var zaten piyasada.
***
Öyle olunca… Yazı yazmak falan gelmeyince içimden, dışarı çıktım biraz yürüyeyim, diye.
İlaç gibidir bu, bizim gibi korkunç derecede yalnız olan insanlar için.
Yürürsün insanların içinde. Onlardan biriymiş gibi. Hiç de yalnız değilmişsin gibi. Onlarla birlikte bir geziye çıkmışsın gibi…
***
Kanatlı'nın önünden geçip Doktorlar Caddesi'nden Kızılcıklı'ya doğru döndüm…
Tam da burada karşılaşırdım üstat Önder Baloğlu'yla.
Akşamüzerleri. İkindi vakitleri.
O günkü yazısını yazmış akşam gezintisine çıkmış olurdu…
***
Kızılcıklı'dan kanal boyu dedikleri Porsuk'un kenarına indim.
Kitapçıya gidiyorum.
Kesin olarak.
Arayan burada, kitapçıda bulur beni.
Sultan'ın beni bu şekilde bulduğu çok olmuştur…
***
Sağ tarafımda, defalarca günah çıkarmasına rağmen bir türlü temizlenemeyen, iflah olmaz bir fahişeye benzeyen Porsuk.
Sol tarafımda kafeler…
Genç kızlardan biri telefonunu havaya kaldırdı, elindeki kahveyle, kahve fincanını dudaklarına götürerek selfie yapıyor.
Sonra…
Sonra bir an kahve fincanını masaya bırakıp…
Üzerine yapışan tişörtünü aşağı doğru çekti.
Memelerini aşağıdan yukarı itti.
Hay Allah!
Şırak.
Fotoğraf çekildi ve gönderildi sosyal medyaya.
Gençlik işte.
Zaman ne kadar da değişti.
***
Zaman hakikaten değişti.
Kitaplara bakıyorum.
'Kalbimi Salla', 'Sana Vuruldum', 'Beni Yakala', 'Aşkım Aşkım' 'Kalbimin Sahibi' 'İçimdeki Sen'…
Kitapçıda da bir halt yok.
Recep Dayı da elinde şarap şişesi… Bağırıp duruyor kanal boyunda:
'Se-vi-yo-rum! Sevdim demedim, seviyorum, dedim!'
E ne yapalım seviyorsan. Kitapçının başında kafamızı s.kiyorsun. Bizi mi öpeceksin ne yapacaksın!
***
Kahretsin ki içeride de dışarıda da yalnızsın.
Yine en iyisi gidip yazı yazmak.
Ölünceye kadar, geberinceye kadar, parmakların yazmaktan kırılıncaya kadar, yalnızlığında boğuluncaya kadar