Cumhurbaşkanı Erdoğan, 27 Kasım'daki Bayburt konuşmasında 'farklı görüşlerin ve düşüncelerin doğal olduğunu' söyledi ve farklılık adına yapılanları eleştirerek ekledi:
'…eleştiri ayrıdır; cehalet, hakaret, tahkir etme ayrıdır. Eleştiri kırıp dökme değil; imar etme, tamir etmedir…'
Bu söze katılmayan var mı?
***
Eleştiri ile hakaret arasında ince bir çizgi vardır. Söylenenlerin nasıl anlaşılacağı, dinleyenin baktığı yere bağlıdır. Eleştiriye, baktığın yere göre hakaret anlamı yüklenebilir. Dolayısıyla ihlal sınırı da net değildir.
Eleştiri; bir insanın, bir konunun doğru ve yanlış yönlerini bulup göstermektir. Yanlışı ortaya koyup düzeltme şansı tanımayı gerektirir.
Hakaret; başlangıç amacı aynı gibi gözükse de; dilin, onur kırıcı, küçültücü şekilde kullanılmasıdır. Kısaca özneye özünden saldırmaktır.
***
Eleştirilerin hakaret olarak algılanması ve kovuşturulması, TCK'nin 301. maddesi kapsamına girer. Oysa aynı maddenin 4. fıkrası hukuk dersi niteliğinde bir ifadeye sahiptir.
'Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.'
Aynı görüşü paylaşmayanları yargılamanın demokrasi ile bağdaşan yanı olamaz. Kanuna yazmak da yetmez. Adalet dağıtıcılarının eleştirileri, dar bir bakışla değil, evrensel hukuk gözüyle yorumlamaları gerekir.
'Kanun devleti' olmakla, 'hukuk devleti' olmak aynı şey değildir.
***
Eleştiri, hayatın doğru ilerlemesi için yollara konulan 'trafik levhaları' gibidir. Dikkat edilmezse toplum ve birey hayatı, kendini uçurum dibinde bulabilir. Tabii ki, işaretlerin yerinin iyi belirlenmesi ve sürücülerin bu işaretlere akılcı bir anlayışla odaklanması gerekir.
Eleştirilen; eleştirenin kimliğine, hatta eleştirinin kendisine değil, 'verdiği mesaj'a yoğunlaşmalıdır. Eleştiri olmazsa, yeni düşüncelerin önü tıkanır; toplumun gelişim ivmesi sekteye uğrar.
Eleştiri, yaşama enerji kazandırır. Enerji kesilince araç çalışmaz. Eleştiriyi yok ederseniz, hayatın kendisi durur.
Bir kültürün kendini koruma ve kollama adına gelişmelerden uzak kalması, kendi kendine yeteceği inancı, insanları tek pencereden bakmaya zorlamasının sonucu yozlaşmadır.
Genelde baskıcı rejimlerde, yönetenlerin insanlara reva gördükleri 'çevrene benim verdiğim at gözlükleriyle bakacaksın' zorlaması, hayat için gerekli başka renklerin görülmesine engel olur. Kendimizi karanlık bir dünyada buluveririz.
***
Merhum Erhan Göksel (tıp doktoru, ekonomist, araştırmacı), Turgut Özal'ın başdanışmanıydı. Sol kökenliydi; sağa da, sola da yaranamamıştı. Anılarında, Özal'la farklı düşüncelerinden ve eleştirilerinden dolayı sık sık tartıştığını, bazen küsüp işe gitmediğini söyler. Özal birkaç gün sonra Göksel'i arar ve yanına çağırırmış.
Bir gün Erhan Göksel, 'Bakın benim düşüncelerime kızıyorsunuz. Onlarca danışmanınız var. Üstelik onların düşünceleri size daha uygun. Bırakın gideyim.' demiş.
Özal ise, 'Diğerlerinin hepsi benim gibi düşünüyor. Sen ise benden farklı düşünüyor ve söylüyorsun. Bunun için gereklisin!' diye cevap vermiş.
***
13 yıllık iktidar döneminde, yönetenler kendilerini eleştirenlere nasıl davrandılar acaba? Onların görüşünden yararlanmaya çalıştılar mı?
Parti içinden çıkan farklı seslerin sahipleri partiden uzaklaştırıldı.
Aykırı diye düşündükleri yazıları yazan yazarlar, patronlarına telefon edilerek işlerinden edildi.
Öfke barometresinin yükseldiği zamana denk gelenler tutuklandı, mahkûm oldu.
Kendileri gibi düşünmeyenlere bırakın büyük makamları, küçücük bir şefliği bile çok görüp görevlerinden aldılar.
En masum eleştiri bile hakaret olarak yaftalanır oldu.
Doğru olmaya çalışan, iktidara yanlışlarını göstermeye çalışan insanlardı çoğu.
En ufak karşı görüşe, duruşa, düşünceye tahammül yokken; eleştirmek ne mümkün..!