Televizyon izlemekten pek de hoşlanmadığımdan pandemi kısıtlamalarını kitap okuma, yazma denemesi ve sosyal medya turlarıyla değerlendirmekteyim.
Şöyle bir filozof Sokrates edasıyla 'bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğim(miş)' diyerek,
Bilmediğim, bir yerlerden okuduğum, doğruluğundan emin olamadığım ama hoşuma giden tarihi bir olayı sizinle paylaşmak istedim.
***
Olayı, araştırmacı yazar Etem Ruhi Güngör, 'Türk Marşları' adlı kitabında anlatmış.
Osmanlı Devleti'nde belirgin bir milli marş yokmuş. Osmanlılarda padişahların her birinin kendine mahsus marşı olduğundan resmi törenlerde bunlar çalınır, milli bir marş eksikliği kimi zaman sıkıntılara yol açarmış.
Gerekli gördüğü hallerde, ortama ayak uydurabilmek için zabitlerimizin tekbirler getirdiği ya da türküler söylediği o günden bugüne aktarıla gelen söylencedir.
20. yüzyılın yaşanmaya başlandığı yıllarda hangi padişahın marşının çalınacağı bilinemez, törenlere katılanların başına enteresan şeyler gelirmiş.
Bir spor takımımızın bayrağı göndere 'hamsi koydum tavaya' ile çektirdiği,
Kiel Kanalı'nın açılışına katılan donanma bandosunun marş yerine bir çocuk şarkısı çaldığı,
Birinci Dünya Savaşı bitiminde Osmanlı ordusundaki bir grup Alman askerin 'Deutschland Über Alles'ine karşılık, bizimkilerin akıllarına 'tekbir' getirmekten başka bir şey gelmediği yazılır. Mutlaka bazılarını bir yerlerde okumuş, duymuşsunuzdur.
Ama incelikli ve trajikomik bir tanesi var ki…
***
1900'lü yılların başlarında, topraklarımızın kara sınırları orduların kontrolü altında olmasına rağmen, denizden tamamen işgale ve saldırıya açıktı. Hali hazırdaki donanma yeterli donatıma sahip değildi. Bu arada İtalyanlar Trablusgarp Harbi'ni devam ettiriyor, Beyrut'u bombardımana tabi tutuyor ve Ege'deki adaları işgal ediyordu. Arka planında hep donanmasının üstünlüğüne güvenmesi yatıyordu.
Büyük bir savaşın ayak sesleri de yavaş yavaş duyulmaya başlanmıştı. Artık donanmayı yeniden yapılandırmak bir izzet-i nefis hikayesine dönmüştü.
Dönemin yönetimi bu inançla 1911'de bir İngiliz firmasına iki 'süper dretnot' siparişi vermişti.
Bu gemilere 'Sultan Osman I' ve 'Sultan Mehmet Reşad' adlarının verilmesi kararlaştırılmıştı.
En son teknolojiyi yansıtan silah ve toplarla donatılacak gemilerin en kısa zamanda teslimi konusunda anlaşılmıştı.
Zırhlılar 7,5 milyon sterline mal olacaktı. Zaten para yoktu. Ülkede maaşların ödenemeyeceği söylentisi yayılmış, zırhlılar için destek kampanyası başlatılmıştı.
***
Bizim için yapılmış olan harp gemisinin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere'ye bir Türk heyeti davet edilmiş.
Tabii ki öncelikle nutuklar atılmış. O günlerde de kızaktan indirilen geminin burnunda şampanya patlatmak adetten. Ancak bu ritüelden önce İngiliz denizcileri kendi milli marşlarını okumuş, bizimkilerin de karşılık vermesini beklemeye başlamışlar.
Bizim denizcilerimiz söyleyecek bir marş bilmedikleri için önce birbirlerine bakmışlar, sonra müstakbel çarkçıbaşı durumun önemini hissetmiş ve arkadaşlarına dönmüş:
'Arkadaşlar, 'Entarisi Ala Benziyor'u biliyor musunuz?'
'Biliyoruz.'
'O halde hep beraber:
Entarisi ala benziyor / Sultan Reşat bana benziyor.'
***
Etem Ruhi Göngör, hikayeyi böyle anlatmış. Hikaye aktarıcıları belki olaya hem mizahi hem de trajik bir yan katmak istemiş olabilirler. Esasen trajikomikten daha ziyade trajik bir yönü var hikayenin.
Aslında bu süper dretnotlar hiçbir zaman alınamadı. İngilizlerin o günlerde tarafsız oldukları için teslimatı engellediğini yazan da var, parası ödenmediği için teslim edilmediğini söyleyen de.
Bu kasvetli olaydan bize 'entarisi ala benziyor' gibi güzel bir hikaye kalmış işte.
Doğru ya da yanlış, güzel bir hikaye…
***
Günümüzde de F-35'lerin teslim edilmediği, S-400'lerin kullanılmasında sorunlar yaşandığı aklıma geliyor da; galiba bu tür uluslararası alışverişlerde biraz 'milli duruş' sorunu yaşıyoruz.
Öyle olmasa ülkenin önemli yerleri (kurum/arazi) 'Katar'laşır mıydı?
Şimdi de şöyle mi devam ediyorlar acaba?
'Şekerli misin vay vay / Kaymaklı mısın vay vay!'