Aslında ülkemizde 'gazetecilik her gün sınavdan geçiyor' da, 'doğru gazeteci sertifikası' almaya hak kazananların sayısı oldukça az.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan iki olay da gazetecilerin yeniden sınava tabi tutulmasını sağladı.
***
Birincisi 'Rıza Sarraf'ın Amerika'ya kendi ayaklarıyla gidip kendini tutuklatmasıydı.
Bazı gazeteler gazetecilik görevini yerine getirdi. Anında haberleştirdi. O gün yavaş hareket eden bir iki gazete de ertesi gün bunların peşine takıldı.
Köşe yazarları da gelişmeleri yorumlamaya, bundan sonra neler olabileceği konusunda fikirler üretmeye başladılar.
Bazıları da Vizontele'nin Deli Emin'i gibi gülümseten ifadeleriyle 'Şerefsizim ben demiştim!' moduna girdi.
Adamın işi bu! Beğenmiyorsan okumazsın.
Malum havuz gazeteler birkaç gün bu önemli haberi görmezden geldi. Tahta parçalarıyla kapatmaya çalıştılar olayın görünen tarafını; yanlışlıkla parmak aralarından görürüm diye avuçlarını kullanmadılar.
Sonra, ancak Sarraf'ın kendisinin ya da avukatının ağzından çıkabilecek cümlelerle manşet attılar. Çoğu da olayı 'paralel'e bağladı. Gazetecilik dışı faaliyet çizgilerini kararlı bir şekilde bozmadılar ve hep bir ağızdan Sarraf'ın savunuculuğuna soyundular.
Bazıları daha ileri bir tavırla Sarraf'ın adını yeni duymuş rolünü oynuyordu; eski 'hayırsever yurttaş' yazılarını yutarcasına.
Köşe yazarları da verileri analiz edip bir sonuç çıkarmaya çalışmak yerine, savunma güdülerinin peşine takıldılar. Hadi köşe yazarını gazetecilik açısından hoş görelim, onlar misyonlarını yerine getirecek. Niyet okuyabilir, olayları inandıkları çizgiye göre yorumlayabilirler.
Ama gazeteci öyle yapamaz. Okuyucu olanı biteni kanıtlarıyla gazetesinden öğrenmek ister. Doğruyu öğrenmek ister. Mutluluk medyumuna ihtiyaçları yok.
Havuz medyası bu konuda iyi sınav veremedi. Ancak havuz okuru bir şekilde haberin doğrusuna ulaştı.
Aksilik bu ya,
Bağlı oldukları erk her zaman yaptığını yapmadı. Sessiz kaldı bir süre. Veya kaçamak konuştu. Parmak doğrultup hedef göstermedi.
Politikada sessizlik egemense, mutlaka bir şeyler oluyordur.
***
İkinci olay 'Can Dündar ile Erdem Gül'ün yargılanmasıydı.
Bazı gazetelerinin yaklaşımı Can Dündar ve Erdem Gül gazeteciydiler ve 'iki gazeteci yargılanıyor' yönündeydi. 'Basın özgürlüğünün üzerindeki baskı'yı öne çıkardılar, örgütsel özgürlük toplantısını ve yargılamanın fotoğrafını haber yaptılar.
İlginçtir, malum gazeteler sanki sanıkların mağdur ettiği kişiler kendileriymiş gibi, 'davanın şikayetçisi havası'nda başlıklar attılar. Çünkü onlara gazetecilerin casus oldukları öğretilmişti (!) ve bu dava 'casusluk davası'ydı.
Çok geçmeden önlerine bir hedef kondu: Yabancı ülke temsilcileri.
'Orada ne işiniz var?'da söz birliği ettiler.
Viyana Sözleşmesi gereği yabancı ülke temsilcilerinin görevli bulundukları ülkelerde böylesi gözlemler yapma hakkı olduğu açıklanıverdi.
Hatta,
1999 yılında tutukluyken Erdoğan'ı ziyaret eden ABD İstanbul Başkonsolosuyla çekilmiş fotoğraf yayınlanıverdi.
***
Türkiye'de gazetecilik sınavdaydı.
İki değişik yaklaşımındaki meslek erbaplarından bahsettim.
Hangisinin 'nesnel gazeteci', hangisinin 'öznel gazeteci' olduğuna siz karar verin!
Önünüze birden ona kadar sayılar yazılı kartlar koyun, uygun gördüğünüzü kaldırıp puanlarını verin. Bakalım, hangi tür gazeteciler sınavı vermiş.
Korkmayın la, halksınız siz!
***
'Hukuk erbabı' zaten sınavda. Sonuçları 'iki yargılamanın karar metinleri'yle belli olacak.