Çok soğuk Berlin günlerinden sonra güneş açtı, hava ısındı. Derken, ben yola çıkmadan önce yine kar başladı. Epeydir böylesine yoğun bir kar yağışı görmemiştim. Yine beyaza kesti dünya, kar kaldırımlarda birikti, çatıların, beton yapıların üzerine yağdı ama yollar kapanmadı. Şimdi trenin penceresinden bakıyorum kara; kayınların arasından geçiyoruz, çelik köprülerle buz tutmuş kanalların üzerinden. Yalnızca, casus filmlerinden aşina olduğum kayınlar hakim değil manzaraya, çamlar da var. Ve elbette fabrika bacaları... Beyaz gözlerimi kamaştırmıyor artık, düz ovaya, çıplak ağaçlara ve kapalı gökyüzüne bakabiliyorum. Gördüğüm engebesiz bir coğrafya, toprağın derinliklerine kök salmış, su yolları kadar yaşlı ağaçlar. Ve zaman. Zamana yaptığım bir yolculuk bu aslında. Yirminci yüzyılın en büyük soykırımının gerçekleştiği bu topraklarda, aradan bunca zaman geçmişken, eski acıların peşine düşmek ne getirebilir? Belleğin önemini hiç kuşkusuz, tarihle yüzleşme bilincini. Ama bir daha yaşanmasın diye, o günleri asla geri getiremez. Kar altında yatan, çoktan toprak olmuş, suçsuz ölüleri de.
Pencereden giren bir avuç hava
Tren kayıp gidiyor rayların üzerinden. İnter-City'nin rahat koltuğunda tek başınayım. Kompartıman neredeyse bomboş… Bahçe içinde tek ya da iki katlı şirin evlerin, çam ve kayın ormanlarının arasından geçiyoruz. Doğa bembeyaz, gök kapalı ve alçak, üzerimize kapanacak sanki. Ve her şey bir eski zaman düşünde yitip gidecek. Ama bu sakin doğa, şirin evlerin sıcak odalarında yaşanan huzurlu yaşam, çok değil geçen yüzyılın ortasından çıkıp gelen acıları, yıkımı, gözyaşlarını unutturmuyor. Az ötedeki toplama kampında gaz odaları tam kapasiteyle çalışır, çoluk çocuk demeden binlerce, yüzbinlerce insan yok edilirken, evlerinde mutlu yaşayan, olan bitenlerle ilgisiz insanlar da vardı. İşlerinde güçlerindeydiler, Nazilerin görev başındayken taşıdıkları sorumluluk bilinci, bir bakıma onlarda da vardı.
Yol boyu evler, ağaçlar, çan kuleleriyle kiliseler ve kar kaplı sokaklarıyla köyler geçiyor trenin penceresinden. Weimar'a doğru kanatlandık uçuyoruz. 'Büyük Yolculuk'un anlatıcısı Gérard, itiş kakış bindirildiği yük vagonundaki kalabalığın arasında pencereye yakın bir yer bulabilmişti kendine. Ve avuç içi kadar pencereden başını çıkardığında soluduğu hava bu doğanın havasıydı. Vagonun içindeki diğer yolcular yoksundular bu havadan ve çoğu yolculuk bitmeden boğulacak, vagonun içine üst üste yığılmış soydaşlarının arasında can vereceklerdi.
Goethe'nin meşesi
Bir ırmağın üzerindeki çelik putrelli köprüden geçtik. Suda buz parçaları vardı ama ağır aksak da olsa kendi yatağında kayınların arasından akıp gidiyordu ırmak. Bir an önce denize kavuşmak için. Hiçbir menzile ulaşmayacak olanlar yük vagonundakilerdi, 'ölüm yolculuğuna' çıkarılanlar. Çıkanlar demiyorum, çünkü kendi rızalarıyla yapmıyorlardı bu yolculuğu, bir sabah alacakaranlıkta evlerinden alınıp köhne vagonlara bindirilmişler, kimse duymadan, akıbetlerinden habersiz, şimdi karla kaplı bu ovanın ortasındaki toplama kampı Buchenwald'a gönderilmişlerdi.
Buchenwald Weimar'a çok yakın, otobüsle bir kaç durak ötede. Goethe bir zamanlar buraya gelip, ulu bir meşe ağacının gölgesinde dinlenir, hayallere dalar, kimi zaman da dostlarıyla sohbet edermiş. Derken, ikinci dünya savaşı patlak verince, o meşenin altında Nazilerin gerçekleştirdiği toplu infazlar yapılır olmuş. Goethe'nin meşesi, insanların yağlarından sabun, derilerinden abajur yapıldığı, tahta barakalardan oluşan kampın orta yerinde, bir zamanlar her sabah ölülerin süpürüldüğü alanda hala. Dile gelse neler anlatır kim bilir. Bu topraklar kadar görmüş geçirmiş bir ağaç çünkü Goethe'yi de görmüş, üst üste yığılan bir deri bir kemik cesetleri de. Buchenwald Naziler tarafından toplama kampına dönüştürülmeden önce, henüz küçük ve sevimli bir köy, Weimar'ın varoşlarında bir yerleşim merkeziyken, yalnızca Goethe'yi değil, Bach ve Liszt'i, Nietzche'yle Bahaus'u da ağırlamış.