Ne mutlu bize ki, sürprizlerle dolu bir ülkede yaşıyoruz. Her yeni gün başka bir karar, başka bir uygulama, başka bir değişiklikle uyanıyoruz.

  Ne zaman işe yarar bir sistem ortaya çıksa, mutlaka bir yerlerden “bu fazla mantıklı oldu, değiştirelim” diyen biri çıkıyor. Eğitim sistemimizin değişim hızına yetişemiyoruz artık. Hangi sınıflar zorunlu, hangileri seçmeli, hangi ders var, hangisi müfredattan silinmiş

 Anlaşılan o ki şimdi de lisede zorunlu eğitimi “isteğe bağlı” yapma niyetindeler. Çünkü çocuklarımızın geleceği artık bir tercih meselesi olabilir tabii. Neden olmasın? Sanki meslek, bilgi, düşünme yetisi doğuştan geliyormuş gibi, isteyen alır, istemeyen almaz mantığı... Oysa bu öyle bir alan ki, “istemekle” değil, “erişebilmekle” ilgilidir. Ve bazılarına göre erişen çoğalırsa, sorun büyür. Çünkü bilgi bulaşıcıdır. Öğrenen, başkasına da öğretir. Sorgulayan, çevresini de rahatsız eder. Ve rahatsızlık, bazı sistemler için en büyük tehdittir.

Peki bir ülke neden okumuş, eğitimli evlatlar istemez?

Çünkü cahil, bilgisiz kitleler her zaman daha kolay yönlendirilir. Düşünmeye alışkın olmayan insanlar, nelerin söylendiğine değil, nasıl söylendiğine bakar. Bilginin peşinden gitmez, duygunun peşine takılır. Bugün güzel bir konuşmayla alkış tutar, yarın korkuyla susturulur. Ama eğitimli toplum öyle değildir. O sorgular, neden böyle der. Tepkisi anlık değil, temellidir. Öyle kolayca yutmaz önüne konanı. Öyle hemen inanmaz ve unutmaz.

Geçmişi bilmek, hesap sormayı mümkün kılar. Eğitimli bir birey, yalnızca kendi hayatını değil, yaşadığı toplumu da sorgular. Adaletsizlik karşısında sessiz kalmaz. Ezberlenmiş doğrulara teslim olmaz. “Böyle gelmişle yetinmez, “böyle gitmesin” der. Bu yüzden otoriter yapılar için tehlikeli olabilir. Çünkü onlar, sessizliği sever. Biat eden kalabalıklar, alkışlayan ama anlamayan kitleler onlar için daha elverişlidir.

İyi biliniyor ki, gerçekten eğitimli insan gerektiğinde ayağa kalkar ama asla diz çökmez. Ve bazı düzenler, ne yazık ki ayağa kalkanı değil, diz çökmeye alışmış olanı sever. Çünkü sorgulamayan, şüphe etmeyen, “acaba?” demeyen bir kalabalıkla yönetmek daha kolaydır. Sorun çıkmaz, ses çıkmaz, direnç oluşmaz. Ama işte, asıl mesele de burada başlıyor.

Her yeni karar, biraz daha unutmamız için atılıyor sanki. Her revize, biraz daha silmemiz istenen bir hafızanın izleri gibi. Ama ben unutmuyorum. Unutamıyorum. Çünkü hâlâ bir yerlerde, sesi kısık da olsa;

Ezber bozanlar var.
Ezilse de boyun eğmeyenler var.
Düşünmekten vazgeçmeyenler, yalnız kalsa da konuşmaktan korkmayanlar var.
Ve biliyorum ki değişim hiçbir zaman çoğunluktan gelmez;
Her zaman önce azların, susmayanların, vazgeçmeyenlerin içinden filizlenir.

Belki sayıca azlar ama sesleri berrak. Belki görünmezler ama fikirleri keskin. Onlar, eğitimli ve bu yüzden “tehlikeli” sayılanlar.
Ama ben inanıyorum ki bir toplumun en büyük şansı, işte bu “tehlike”den geçer.

Çünkü asıl tehlike, eğitimsizliğe alışmaktır.
Asıl tehlike, ezberle yaşamaktır.
Ve asıl tehlike, düşünmeyi lüks sanmaktır.