Sabah çok erken, gün doğumuyla birlikte koyuldum yola. Güneş fazla yakmaya başlamadan 'Krallar Vadisi' olarak bilinen, firavun mezarlarıyla dolu bölgeye ulaşmalıydım. Günü birliğine kiraladığım külüstür taksi, delikanlı şoförün yönetiminde, beklenmedik bir hızla Nil'in sağ kıyısı boyunca, ırmağın akışına ters yönde ilerliyordu. İlerlerken de boş yolda, hiçbir neden yokken, düğün alayındaymışız gibi korna çalıp duruyordu. Belki düğün alayında değildik ama kabir ziyaretine çıktığımız, bunca yolu görkemli piramitlerin aksine firavunların gizli kalmış izlerini sürmek amacıyla teptiğimiz kesindi.
Önce ırmak vardı. Yatağında yavaşça akan, aktıkça derinleşen, güneyden kuzeye bu kıraç, ıssız toprakları sulayan, suladıkça tüm canlı varlıklara hayat veren uzun mu uzun, kaynağı bilinmeyen bir ırmak. Döne büküle çölün ortasından akarken Akdeniz'e dökülmeden önce deltasında yayılıp genişleyen, kollara ayrılan Nil ırmağı. Haritada uzun sapı ve güneşte yaprak yaprak açan deltasıyla bir çiçeğe benzeyen Nil, güneyden sürüp getirdiği kara toprağı yılın belli aylarında, bıkıp usanmadan, neredeyse gün be gün kıyılarına doğru yaymasaydı, şelalelerden dökülen sular çevreye taşmasaydı, eski Mısır uygarlığı da olmazdı kuşkusuz.
Sabah çok erken, gün doğumuyla birlikte koyuldum yola. Güneye doğru ilerledikçe eski başkent Tebai'nin, bugünkü adıyla Luksor'un derme çatma yapılarıyla lüks otelleri, paytonlarıyla fellahları yerini palmiyelerle okaliptüslerin gölgelediği asfalt yola bıraktı. Yemyeşil tarlaların, buğday ve şeker kamışı ekilen verimli toprakların içinden geçtik. Nil sağımızda, durgun bir göl gibiydi. Timsahlarla su aygırları yoktu görünürde. Az sonra mezarların duvar resimlerinde göreceğimiz kobralarla maymunlar da. 'Feluk' adıyla bilinen, tek yelkenli küçük tekneler, turist gemileriyle yarış halindeydi. Güneş yavaşça yükseldi gökyüzünde, çevreyi ışığa boğdu, eski Mısır'ın yüce tanrısı Amon suretinde görünmeden önce. Her şey onda başlayıp onda bitiyordu. Mitolojide anlatıldığı gibi tanrının güneşi günbatımında yutup ertesi sabah yeniden doğurduğunu hayal ettim.
Dar köprüden Nil'in sol yakasına geçtiğimizde, kısa bir süre yine yeşil tarlalar akmaya devam etti arabanın camından. Derken çıplak kayalar göründü. Ekili toprakların bittiği yerden başlayan sarp kayalar heybetliydi. Ve firavunlar kayaların dibindeki mezarlarında değil, mumyalanmış bedenleriyle Kahire müzesindeydiler. Ama geride bıraktıkları miras, duvarlara nakşedilmiş hiyeroglif ve resimlerde hala koruyordu varlığını.
'Krallar Vadisi' diye adlandırılan Deir-el-Bahari, güneşte kavrulan dik yamaçlı kayaların eteklerinde, Nil' e çok da uzak olmayan, kıraç bir bölge. XVIII. hanedandan XX'incisine dek, tarihte derin izler bırakmış tam yirmi iki firavunun mezarını barındırıyor. Piramitlerden sonra, kayaların içine kazılmış bu mezarlar, görkemin tam tersine, gizli kalmayı başarmışlar. Bazılarında duvar resimleri daha dün yapılmış gibi, öylesine iyi korunmuş; bazılarıysa zamanla aşınmış. Tümünün ortak özelliğiyse ölümü çağrıştırıyor olmaları. Firavunlar sanki bu dünyada tatlı bir ömür sürmemişler gibi, öbür dünyada sonsuza dek yaşayacaklarına inandıklarından, ölüme çok iyi hazırlamışlar kendilerini. Hazırlamakla da yetinmeyip ölümün çağrısına kapılmışlar bir bakıma.