Ara sıra kara çeviren soğuk bir yağmur yağıyordu. 

Isınmak için mahalle kahvelerinden birine girdim.

Alüminyum, sanayi yapımı odun sobasıyla ısınan; eski, köhne bir mahalle kahvesiydi.
Sobanın başındaki büyükçe masa dikkatimi çekti.
Masanın üzerinde, bir mahalle kahvesinde asla göremeyeceğiniz şeyler vardı.
Yazı takımı; mürekkep şişeleri, dolma kalemler; pille çalışan, eski bir radyo…
Radyoda hafif hafif çalan Türk Sanat Müziği...
Masanın başında üç yaşlı adam oturuyordu.
Yaşları seksenin üzerindeydi.

Üçünün de gözünde at nalı büyüklüğünde, camı şişe camı kalınlığında gözlük vardı.
***
"Ölümsüzler Köyü" diye bir film izlemiştim.
Kırk beş yıldır köyde ölen yoktu.
Öyle olunca; ölemeyen, yaşları yüzün üzerinde olan yaşlı insanlardan oluşuyordu köy.
O filmdeki yaşlılara benziyordu bu üçü.
Bu üç kafadar kahvenin en büyük masasını sobanın hemen yanına çekip başına oturmuşlar yan yana.
Kahveden içeri girince insan bir anda kendini Ölümsüzler Köyü’nde zannediyor.
İçlerinden biri, ortada oturan, lider olmalı.
Diğer ikisi çete üyesi.
Bizim bu üç ölümsüz, çatır çatır yanan odun sobasının başına çektikleri masayı iyiden iyiye sahiplenmiş; onlardan başka kimse oturmuyormuş oraya.

***
Ortada oturan, diğer ikisine talimat veriyordu.
"Hasan, şu çiçeklere bir su ver."
"Hüseyin, sobaya iki odun at."
Onlar da masanın başından ağır ağır kalkıp söylenenleri yapıyorlardı.
Masanın başında canlı kanlı gözüküyorlardı ama...
Masadan kalkınca, epey düşkün oldukları anlaşılıyordu.
***
Ortadaki, önündeki deftere sürekli bir şeyler yazıyordu.
Ödevini yetiştirmeye çalışan bir öğrenci gibiydi.
Birkaç kişiye sordum, ne yazıyor, diye.
"Kitap yazıyor," dediler. "Sabah yedide kalkıp buraya geliyor. Hanımıyla arası da iyi değil herhalde. Akşam yediye kadar o masanın başında yazıp çiziyor."
"Diğer ikisi?"
“Onlar da geliyor onunla. Birlikte gelip birlikte gidiyorlar. Diğer ikisi de onun ısmarladığı çayı kahveyi içiyor bütün gün. Yemek de söylüyor onlara. Belki de birlikte yazıyorlar kitabı. O kadarını bilmiyoruz."
***
Masalarına vardım.
Dolma kalemle yazıyordu.

Kırmızı ve siyah mürekkep kullanıyordu.
İnci gibi, mükemmel bir el yazısı vardı.
"Üstat," dedim ortadakine, "nedir bu yazdığın?"
Çok hoşuna gitti.
Hemen anlatmaya başladı.
"Ben siyaset yazmam," dedi. "Siyasetle işim olmaz. Geçen yıllarda seçim sonuçlarını değerlendirmem istendi. Çok ısrar ettiler. Yazdım. Başka da siyasi bir yazı yazmadım. Yazmam da."
"Edebiyat?" diye sordum hemen.
"Edebiyata da pek ilgim olmadı," dedi.
Önündeki deftere baktım göz ucuyla.
Kırmızı mürekkeple yazdığı başlık, “Küresel Isınma”ydı.
Konuşurken bile yazmaya devam ediyordu.
Önündeki kitaptan bakarak yazdığını fark ettim.
Gazete kağıdına basılmış, çok eski bir kitaptı önündeki.
Gazetelerin ücretsiz verdiği kitaplara benziyordu.
Kitabın kapağını kaldırıp baktım. Üniversite hazırlık kitabıydı.

Bütün kitabı satır satır, kelime kelime deftere aktarıyordu.

Bunun için var gücüyle çalışıyordu.

“Çok güzel,” dedim. “Çok güzel yazıyorsunuz. Ben sizi meşgul etmeyeyim,” deyip kalktım yanlarından.

İçim keder ve hüzünle doldu.