Üstadın günlük bir rutini vardı. O günkü yazısını yazıp Yazı İşlerine verdikten sonra gazeteden çıkıp lokale giderdi.

Bir gün, Üstadın takıldığı, bana Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’ni hatırlatan lokalin merdivenlerinden yukarı çıktım.
Üstat oradaydı.
Cam kenarındaki masada tek başına oturuyordu.
Yanına varıp masasına oturdum.
Çay, kahve derken...
“Yazı yazmayı bırakacağım,” dedim.
Şaşırdı.
Bir süre sessiz kaldı.
Sonra,
“Okurların ne olacak?” dedi.
Şaşırma sırası bendeydi.
Üstat, ciddi ciddi, bir okur kitlemiz olduğunu zannediyordu.
Belki onun için doğruydu bu.
Kırk yıldır yazı yazıyordu.
Ve şehrinin meşhuruydu.
Öldüğünde de cenazesinde mahşeri bir kalabalık vardı.
Geçenlerde, Üstadın söz ettiği bu okurlardan biriyle karşılaştım.
Selamlaştık.
Nasılsın, iyi misin falan.
“Yazılarını okuyorum,” dedi. “Güzel yazıyorsun.”
Hiç sanmıyorum okuduğunu ama yine de,
“Sağ ol, var ol!” dedim. “Sen de olmasan...”
Sonra söz dönüp dolaşıp aynı yere geldi.
“Ne veriyorlar sana bu yazılar için? Ne geçiyor eline bu işten?” dedi.
İnsanın damarına basmak bu olmalı.
Git kendini Porsuk Çayı’na at!
Sanki pazarda limon satıyoruz.
“Ne geçiyor eline bu işten?” derken, “ne geçiyor eline bu limon işinden?” der gibi bir hali vardı.
“Asgari ücrete göre nasıl?” diye devam etti.
Her şeyi asgari ücret hesabına vuran bu insanlar!...
Tanıdığım biri vardı. Bir apart almıştı geçmişte.
Çalışıp çabalayıp, biriktirip, sıka sıka bir apart daha almıştı.
“Hayırlı olsun,” dedikten sonra tavsiyelerde bulunmuştum.
“Apardı falan boş ver. Yaşın ilerliyor. Kendine bir hanım al, bir aile kur,” demiştim.
“Abi öyle deme. İki apardın kirası asgari ücretli bir hanım demektir,” demişti.
Bizim okur da “yazılarını okuyorum” ile başlayıp “ne geçiyor eline bu işten” ile lafı getirip asgari ücret hesabına dayamıştı.
Üstat hayatta olsaydı,
“Gör işte okurumuzu!” demek isterdim kendisine.
“Hadi eyvallah,” deyip bu meraklı okurdan kurtulayım derken,
“Yazı yazmaya mı gidiyorsun?” dedi.
İyi takmış bu bize, dedim.
“Evet,” dedim. “Yazı yazmaya gidiyorum!”
“Niye yazıyorsun bu yazıları? Boşuna emek veriyorsun. Ne oluyor yani yazınca? Memleket mi düzeliyor?”
“Memleket düzelsin diye yazmıyorum!”
“Niye yazıyorsun o zaman?”
Sen düzel, diye yazıyorum diyemezsin tabii ki.
“Cenazem kalabalık olsun diye yazıyorum,” dedim.
Şaşırdı.
“Biliyor musun Üstadın cenazesinde kaç bin kişi vardı?”
“Üstat kim?” dedi.
“Tanımazsın sen Üstadı. Kırk yıllık yazı ustası Üstat, seninle mi muhatap olacaktı!”
Şimdi o benden kurtulmak istiyordu galiba.
“İyi hadi!” dedi. “Git yazını yaz sen.”
Omuzlarım çökmüş bir halde yürürken, gerçekten de cenazemin ne olacağı geldi aklıma.
Bu insanlardan hiçbir şey olmaz.

Bu gidişle işin, Belediye Cenaze Hizmetleri’ne kalacağı kesin gibi gözüküyor.