Son iki haftadır köşe yazılarımda yapay zekâ sistemlerinin evrimi, karar alma süreçlerinin şeffaflaştırılması ve insanlık için yeni bir bilişsel mühendislik çağının doğuşu üzerine yazıyordum.
“Kara Kutunun Sırları” başlıklı yazımda, Eskişehir Teknik Üniversitesi'nin bilişim ve yapay zekâ alanındaki güçlü altyapısının, bu yeni nesil zekâ tipinin doğuşuna ev sahipliği yapabilecek potansiyelini vurgulamıştım. Geçtiğimiz hafta ise bilim kurgu senaryolarının nasıl mühendislik brifinglerine dönüştüğünü ve makinelerin içsel süreçlerini tasarlamanın eşiğinde olduğumuzu tartışmıştım.
Ancak bu hafta, ülkemizin kalbini sarsan bir gerçekle yüzleşmek zorunda kaldık: 23 Nisan’da İstanbul Silivri açıklarında meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki deprem. Bu nedenle, yapay zekâ yazı dizime kısa bir ara vererek, bu haftayı hepimizi derinden ilgilendiren kentsel dönüşüm ve afet dirençliliği meselesine ayırmak istedim. Yapay zekâ yazılarına önümüzdeki haftalarda kaldığımız yerden devam edeceğiz.
İstanbul, bugün yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın en yoğun nüfuslu, en karmaşık altyapıya sahip mega şehirlerinden biri. Böylesine büyük bir organizmanın afetlere dayanıklılığı, sadece birkaç bina yenileyerek ya da bazı mahalleleri yıkarak sağlanamaz. İstanbul’da yüz binlerce riskli bina var ve her geçen gün yeni tehlikeler doğuruyor. Bu yüzden kentsel dönüşüm sürecini artık çok daha gerçekçi, çok daha hızlı ve çok daha kapsamlı bir biçimde ele almak zorundayız.
Şu anda İstanbul için en kritik ihtiyaç, kapsamlı bir yapı envanteri oluşturulması ve her bir yapının hızlı risk değerlendirmesinin yapılmasıdır. Yüksek risk taşıyan ve ekonomik ömrünü tamamlamış binalar için tabii ki kontrollü bir yıkım ve yeniden inşa süreci kaçınılmazdır. Ancak mevcut koşullarda tüm riskli yapıların bir anda yıkılıp yeniden yapılması hem ekonomik açıdan hem de sosyal açıdan mümkün değildir. Bu yüzden özellikle taşıyıcı sisteminde onarım ve güçlendirme ile güvenli hâle getirilebilecek binalarda, yapısal güçlendirme yöntemleri öncelikli olmalıdır.
Güçlendirme uygulamaları, yıkıp yeniden yapmaya göre çok daha kısa sürede tamamlanabilir, daha düşük maliyetlidir ve şehirdeki sosyal dokunun korunmasına olanak tanır. Ayrıca kent içinde yaşayan insanların yerinden edilmeden güvenli yapılarda hayatlarına devam edebilmesi açısından da çok değerlidir. İstanbul gibi dinamik bir metropolde bu yöntem, zaman ve kaynak yönetimi açısından stratejik bir zorunluluktur.
Ancak unutmamamız gereken çok önemli bir boyut daha var: İstanbul üzerindeki nüfus baskısı. Her yıl yüzbinlerce yeni insanın İstanbul'a göç etmesi, zaten kırılgan olan şehir dokusunu daha da zorluyor. Alt yapılar yetersiz kalıyor, sosyal hizmetler aksıyor, riskler büyüyor. Bu nedenle sadece binaları değil, nüfus hareketlerini de yönetmek zorundayız.
İstanbul'a göçün önüne geçmek için ülke genelinde dengeli kalkınmayı teşvik eden politikalar hayata geçirilmeli. Tersine göçü destekleyecek şekilde kırsalda ve Anadolu şehirlerinde istihdam, eğitim, sağlık ve yaşam kalitesi olanaklarının artırılması gerekiyor. İnsanlar doğdukları yerlerde güvenli, sağlıklı ve umut dolu bir yaşam kurabildiklerinde, mecburen büyükşehirlere akın etmek zorunda kalmazlar. İstanbul’da öncelikli olarak yapısal güçlendirme seferberliği başlatılmalı, gerçek anlamda kentsel dirençlilik stratejileri geliştirilmelidir. Aynı zamanda tersine göç politikaları hızla hayata geçirilmelidir. Ancak bu bütüncül yaklaşımla, sadece İstanbul'u değil, tüm Türkiye’yi afetlere karşı daha güvenli ve daha yaşanabilir bir ülke haline getirebiliriz. Zira bugün İstanbul’da yaşadığımız deprem riski, sadece bu şehirle sınırlı değil. Türkiye'nin batısında, sanayileşmenin ve yoğun nüfusun hızla arttığı Bursa’da da, Ege'nin incisi İzmir’de de benzer tehditler çok yakıcı bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Tüm bu şehirler, aktif fay hatlarının gölgesinde, plansız büyümenin, aşırı yoğunluk yükünün ve mekânsal yıpranmanın ağır yükünü taşıyor. Bu yüzden, kentsel dönüşüm tartışmalarını İstanbul’a özgü bir mesele gibi görmek yanıltıcıdır. Türkiye genelinde bir dirençlilik seferberliğine ihtiyaç var.
Ancak burada çok temel bir gerçeği kavramak zorundayız: Kentsel dönüşüm, kırsal dönüşümle birlikte başlamalıdır. Çünkü kentlere yığılan kontrolsüz nüfusun temel nedeni, kırsalın ekonomik, sosyal ve altyapısal olarak çöküşüdür. Eğer Bursa’da, İzmir’de, İstanbul’da her yıl yüzbinlerce yeni konut ihtiyacı doğuyorsa, bunun altında kırsalın boşalması ve insanların daha iyi bir yaşam umuduyla kentlere göç etmek zorunda kalması yatmaktadır. Sorunu sadece kentte çözmeye çalışmak, barajı onarmadan akan suya set çekmeye çalışmak gibidir. Oysa barajı güçlendirmek, yani kırsalı yeniden canlandırmak, çok daha köklü ve sürdürülebilir bir çözümdür.
Bu noktada önerimiz açıktır: Şu anda İstanbul, Bursa, İzmir gibi büyükşehirlerdeki riskli yapıların bir kısmı için yıkıp yerinde yeniden inşa etmekten başka çare kalmamıştır. Bu doğru. Ancak tüm riskli yapılarda aynı yaklaşımı benimsemek, şehirleri daha da yoğunlaştırmak ve mevcut altyapıyı daha da zorlamak anlamına gelir.
Bunun yerine, bir alternatif daha vardır: Kırsalda, yatay mimari ile planlı, güvenli, sağlıklı yeni yaşam alanları oluşturmak. Böylece özellikle büyük şehirlerdeki yüksek kira baskısından, yaşam pahalılığından, trafik ve stres yükünden yorulmuş kesimler için yeni bir yaşam umudu sunulabilir.
Düşünün; İstanbul’un çeperlerinde ya da Trakya’nın sağlam zeminli kırsal bölgelerinde, yatay mimarili, yeşil alan odaklı, güçlü altyapılı küçük yerleşimler kurulsa…
Bursa’nın hinterlandında, Gemlik’in sağlam zeminlerinde, Mustafakemalpaşa çevresinde, İznik’in kırsalında yeni yaşam köyleri tasarlansa… İzmir’in Bergama, Tire, Bayındır gibi sağlam alanlarında, yerel kimliği koruyan, düşük yoğunluklu, modern köyler inşa edilse… Ve buralarda teknolojiye erişim (hızlı internet), sağlık hizmetleri, eğitim olanakları, ulaşım bağlantıları eksiksiz sağlansa…
Bugün İstanbul’da, İzmir’de, Bursa’da afet riskli bir apartman dairesinde sıkışmış yaşayan binlerce insan için kırsalda, doğayla iç içe, daha geniş alanlara sahip, daha sağlıklı ve daha ekonomik bir yaşam olanağı gerçek bir alternatif haline gelebilir. Bu tür projeler sadece bireylerin yaşam kalitesini ve afet dirençliliğini artırmakla kalmaz; aynı zamanda büyükşehirlerdeki aşırı nüfus yoğunluğunu azaltır, riskli alanların boşalmasını kolaylaştırır, çarpık kentleşmenin önüne geçer, tarımsal üretimi ve kırsal ekonomiyi canlandırır, mekânsal adaleti güçlendirir ve toplumsal huzuru ve dayanışmayı artırır.
Önerdiğimiz bu yaklaşım, yalnızca afet risklerini azaltmakla kalmayacak, şehirlerde giderek yoksullaşan ve yoksullaşmakta olan kesimlerin ekonomik anlamda da daha dirençli hale gelmesini sağlayacaktır. Büyük şehirlerde düşük gelirli vatandaşlarımız hem barınma hem de geçim sıkıntısıyla karşı karşıya kalmakta, bu durum onları afetlere karşı çok daha savunmasız bir hale getirmektedir. Çünkü unutulmamalıdır ki afetlere karşı en düşük dirençlilik, çoğu zaman en yoksul kesimlerde gözlemlenir.
Kırsalda yatay mimariyle planlı yeni yaşam alanlarının kurulması, sadece daha güvenli yapılar sunmakla kalmayacak; aynı zamanda küçük ölçekli tarımsal üretim yapabilen, kendi temel ihtiyaçlarının bir kısmını karşılayabilen, doğayla ve üretimle doğrudan bağ kurabilen toplulukların oluşmasına da zemin hazırlayacaktır. Bu model, bireylerin kendi kendine yetebilme kapasitelerini artırarak hem ekonomik direnci hem de sosyal dayanışmayı güçlendirecektir. Şehirlerin stresli, pahalı ve riskli yaşam döngüsüne alternatif, doğayla uyumlu ve sürdürülebilir bir yaşam seçeneği sunacaktır.
Bu vizyonun başarılı örnekleri dünyada mevcuttur. Örneğin Hollanda, özellikle 1970’lerden itibaren kırsal alanlarda nüfusun korunması ve kırsal yaşam kalitesinin artırılması için ciddi politikalar geliştirmiştir. Tarım ve kırsal kalkınma destekleri yalnızca büyük ölçekli üreticilere değil, küçük aile çiftliklerine de yönlendirilmiş; hızlı internet erişimi, ulaşım altyapısı, kırsal eğitim ve sağlık hizmetleri özel teşvik programları ile güçlendirilmiştir. Sonuç olarak Hollanda, Avrupa’nın en yoğun şehirleşmiş ülkelerinden biri olmasına rağmen, kırsal nüfusunu canlı tutmayı ve şehirler üzerindeki nüfus baskısını dengelemeyi başarmıştır. Benzer şekilde İsveç ve Finlandiya da kırsal yaşamı desteklemek için sosyal devlet mekanizmalarını devreye sokmuş, böylece büyükşehir merkezli yığılmayı azaltarak ulusal ölçekte daha dengeli bir mekânsal gelişme sağlamıştır.
Türkiye’de de benzer bir kırsal kalkınma vizyonunun hayata geçirilmesi, yalnızca afetlere karşı değil, ekonomik krizlere, sosyal adaletsizliklere ve iklim değişikliğine karşı da ulusal direnç oluşturacaktır. Bu nedenle, kırsalda yeni yaşam alanları kurulması artık yalnızca bireysel bir tercih değil; stratejik bir devlet politikası hâline getirilmelidir. Bunun için kırsalda güçlü eğitim ve sağlık altyapısı kurulmalı, tarımsal üretim ve küçük girişimler teşvik edilmeli, ulaşım ve dijital erişim olanakları iyileştirilmeli, küçük yerleşimlerde yaşamı cazip kılacak sosyal, kültürel olanaklar artırılmalıdır. Kırsala yönelik bu yeni vizyon, tersine göçü teşvik etmek için sadece bir hayal değil, akılcı ve uygulanabilir bir strateji olarak görülmelidir. Üstelik bu yaklaşım, bugünün sadece afet risklerini değil, geleceğin iklim değişikliği, gıda güvenliği ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini de doğrudan destekler.
O yüzden artık şunu açık yüreklilikle söylemenin zamanıdır: Kentsel dönüşüm kırsaldan başlar. Kentlerimizin geleceğini korumak istiyorsak, önce kırsalın umudunu yeniden yeşertmeliyiz. Şehirlerimizde sadece yapıları yıkıp yapmak ve sadece kentsel dönüşümle yeni yapısal alanları yeniden inşa etmek değil, yaşamın her alanında daha adil, daha dengeli ve daha dirençli bir yapı kurmak zorundayız.
Bugün atacağımız her doğru adım, yalnızca bugünü değil, çocuklarımızın geleceğini de güvence altına alacak. Ve bu dönüşümün anahtarı, kırsalda sessizce bekliyor. Unutmamak gerekir ki; ancak bu şekilde, büyük şehirlerde risk altında yaşayan milyonlarca insanımıza daha güvenli, daha insani ve daha sürdürülebilir bir yaşam alternatifi sunabiliriz. Kırsalda umudu büyütmeden, kentlerde gerçek bir direnci inşa etmemiz mümkün değildir.
Bugün atacağımız bu kararlı adımlar, yalnızca bugünün risklerini azaltmakla kalmayacak, yarının Türkiye’sini daha adil, daha dirençli ve daha umut dolu bir ülke haline getirecektir.
Deprem gibi doğal afetler dünyanın kaçınılmaz gerçekleridir, ama yıkım bizim ihmallerimizden doğar. Şimdi, bilimle, bilinçle ve kararlılıkla kentlerimizi ve geleceğimizi dirençli kılmanın zamanı. Aksi hâlde, sadece geçmiş olsun demeye devam ederiz; oysa artık geçmiş olsun değil, gelecek dirençli olsun deme vakti geldi…
İyi haftalar dilerim…