Bir cerrah arkadaşımla bir keresinde tasarımın doğuştan gelen bir yetenek mi yoksa sonradan kazanılan bir beceri mi olduğu üzerine sohbet ederken, bana kendisinin insanları kesebildiği için iyi bir cerrah olabildiğini söylemişti.

Gerçekten de iyi cerrah olduğu için mi iyi kesebiliyordu? Yoksa insanları iyi kesebildiği için mi iyi cerrah olmuştu? Bu, yetenek ve beceri arasındaki ilişkiye dair ilginç bir paradoksu ifade ediyor. Şöyle ki; bir kişinin "iyi cerrah" olarak tanımlanabilmesi, hem eğitimine hem de kesme becerisi gibi yeteneklerine dayanır. Ancak burada sorgulanan nokta, bu becerinin doğuştan mı geldiği yoksa mesleki deneyimle mi kazanıldığıdır. Yani; "İyi cerrah olduğu için mi iyi kesebiliyor?" savı, cerrahın sahip olduğu teknik bilgi, tecrübe ve eğitim sayesinde becerikli hale geldiğini ifade eder. Yetenek, disiplinli bir öğrenme süreci sonucunda geliştirilmiştir. "Yoksa insanları iyi kesebildiği için mi iyi cerrah olunuyor?" savı  ise doğal bir yatkınlık ya da doğuştan gelen bir yeteneğin, o kişiyi cerrahlık mesleğinde başarılı kıldığı ima edilir. Kesme becerisi bu kişinin meslekte başarılı olmasını sağlamıştır.

Bu ifade, genelde bir insanın başarısında doğuştan gelen yeteneklerin mi yoksa çalışmanın mı daha etkili olduğu konusunda bir tartışma yaratır. Gerçek hayatta genellikle başarı, hem doğal yeteneklerin hem de sıkı çalışmanın birleşimiyle gelir. Bir cerrah hem eğitimle teknik becerilerini geliştirmeli hem de doğuştan gelen el becerisi, soğukkanlılık ve dikkat gibi yeteneklerini etkin şekilde kullanmalıdır.

Bu sözü tasarım yapma becerisiyle ilişkilendirdiğimizde, yine benzer bir paradoks ortaya çıkar: "İyi bir tasarımcı olduğu için mi iyi tasarımlar yapıyor? savı, bir kişinin eğitim, deneyim ve metodolojik bilgi birikimi sayesinde iyi bir tasarımcı haline geldiğini ifade eder. Yani kişi, disiplinli bir öğrenme süreci ve pratikle becerilerini geliştirmiştir. İyi bir tasarımcı, teknik araçları ustalıkla kullanabilen ve estetik ile işlevselliği bir araya getirme kapasitesine sahip bir profesyoneldir. "Yoksa iyi tasarımlar yapabildiği için mi iyi bir tasarımcı oluyor? savı ise kişinin doğal yaratıcılığı, hayal gücü ve estetik anlayışı ön plana çıkar. Bu kişiler, doğuştan gelen bir yetenekle tasarımda başarılı olabilirler. Eğitim ve deneyim bu doğal becerileri destekler, ancak esas başarıyı sağlayan, bu doğal yeteneklerdir. Tasarım yapma becerisi açısından bu, şu tartışmayı doğurur: Yaratıcılık öğrenilebilir mi? Tasarım dünyasında genelde hem doğal yetenek hem de sistematik öğrenme sürecinin bir arada bulunması gerektiği kabul edilir. Bir tasarımcı, doğal olarak estetik duyarlılığa, yaratıcılığa ve problem çözme yeteneğine sahip olabilir, ancak bu yeteneklerin doğru yöntemlerle desteklenmesi ve geliştirilmesi gerekir. Örneğin, bir kişinin hayal gücü sınırsız olabilir, ancak bunu etkili bir tasarıma dönüştürebilmek için araçları, teorileri ve metodolojileri öğrenmesi şarttır. Sonuç olarak, iyi bir tasarımcı olmak, hem doğal yaratıcılığa hem de pratik ve teorik bilgiye dayanır. İkisinden biri eksik olduğunda, kişi tasarımda tam potansiyele ulaşamayabilir. Yani iyi tasarım yapma becerisi, öğrenilmiş bilgi ve doğal yeteneğin birleşimiyle ortaya çıkar.

Peki ya giderek artan çevre sorunları, afetler karşısında sürdürülebilir ve dirençli toplumlar ve yerleşimler yaratmak için gerekli olan doğa ile tasarım? Doğa ile tasarım ilişkisinde bu paradoks daha derin ve ilham verici bir hal alır. Çünkü doğa, hem bir tasarımcı hem de bir öğretmen olarak karşımıza çıkar. Şöyle ki; "Doğayı anlayan bir tasarımcı olduğu için mi doğayla uyumlu tasarımlar yapıyor?" savı, tasarımcının doğanın işleyişini, ekosistemleri ve biyolojik süreçleri öğrenerek bu bilgiyi tasarımlarına uyguladığı fikrine dayanır. Bir tasarımcı, doğayı inceleyip, onun işlevsellik, sürdürülebilirlik ve estetik açısından sunduğu dersleri öğrenir. Örneğin: Biyomimikri yaklaşımında doğadan ilham alan tasarımlar, örneğin, bir kuşun aerodinamiğinden ilham alınarak bir uçak tasarımı yapmak ya da istiridye kabuğundan ilhan alan bir yapı tasarlamak. Ekolojik tasarım yaklaşımında ise, doğal kaynakları minimum düzeyde tüketerek, çevreye zarar vermeden tasarım süreçleri oluşturmak. Örneğin, yeşil altyapı sistemleri ya da yağmur bahçeleri tasarımları. Bu yaklaşım, bir tasarımcının doğanın bilgeliğini öğrenerek onunla işbirliği yapması gerektiğini savunur.

Parodoksun diğer yanında yer alan  "Doğayla uyumlu tasarımlar yapabildiği için mi doğa anlayışı gelişiyor?" savında ise; tasarımcının içgüdüsel veya doğal bir sezgiyle hareket ettiği düşünülür. Doğa ile uyumlu tasarımlar yapmak, tasarımcının doğanın kurallarını, dengesini ve estetiğini içgüdüsel olarak hissetmesinden kaynaklanır. Örneğin; bazı insanlar, hiç eğitim almadan bile doğanın bir parçasıymış gibi tasarım yapabilir. Örneğin, geleneksel Anadolu köy evleri, genellikle eğitimli bir mimar tarafından değil, yerel halkın sezgileriyle ve doğaya olan uyumuyla yapılır. Ancak bu tasarımlar genelde doğaya zarar vermeyen, iklimle uyumlu ve sürdürülebilirdir. Bu durumda, tasarım süreci doğayı anlamayı tetikler. Yani kişi önce yapar, sonra yaparak öğrenir ve doğa ile bağını geliştirir. Doğayla uyumlu tasarımda en etkili yaklaşım, bilgi (öğrenme) ve sezgi (doğal yetenek) arasında bir denge kurmaktır. Ian McHarg gibi ekolojik tasarımcılar, doğanın sunduğu bilgiyi analiz ederek ve bilimsel yöntemlerle harmanlayarak tasarım süreçlerine dahil etmişlerdir. Bu tür bir yaklaşım, hem öğrenilmiş bilginin hem de doğanın içsel estetik ve işlevsellik derslerinin bir birleşimidir. Yani bir tasarımcı, doğanın formlarını ve süreçlerini taklit edebilir (örneğin, Fibonacci dizilimi ya da yaprak damarlanma sistemi) ya da doğayı iş ortağı olarak görebilir. Bu yaklaşımda doğa, sadece bir ilham kaynağı değil, aynı zamanda tasarım sürecinde bir rehberdir. Bu, doğanın sınırlarına saygı göstermeyi ve onu koruyarak tasarım yapmayı içerir. Sonuç olarak
"Doğa mı tasarımcıyı etkiler, yoksa tasarımcı mı doğayı şekillendirir?" sorusuna dönebliriz. Burada karşılıklı bir ilişki vardır. Tasarımcı doğayı öğrenerek ve onunla çalışarak harika tasarımlar yapabilir, ancak doğa da tasarımcının hayal gücünü harekete geçirir. En iyi sonuçlar, doğayla işbirliği yapıldığında ortaya çıkar. Çünkü doğa, hem en iyi öğretmen hem de en sürdürülebilir tasarımcıdır.

Doğayı rehber alarak tasarım yapmak, insanlık için bir lüks değil, gezegenimiz ve gelecek nesiller için bir zorunluluktur. Çünkü doğa, milyarlarca yıllık bir öğrenme ve adaptasyon sürecinin canlı kanıtıdır. Eğer daha sürdürülebilir, dirençli ve adil toplumlar inşa etmek istiyorsak, doğayı kılavuz edinmek en güçlü yol göstericimizdir. İşte bu yaklaşıma neden ihtiyaç duyduğumuzu ve bunun neden bir çağrı olduğunu bir aktivist tutkusu ile açıklayayım:

Doğa, kusursuz bir tasarımcıdır; doğa, hiçbir atık bırakmadan, sonsuz bir döngüyle çalışır. Bir ağacın yaprağı fotosentez yaparken enerji üretir, düşen yaprak toprağı besler, toprak yeni bir yaşam döngüsüne zemin hazırlar. Doğa, mükemmel bir kapalı döngü ekonomisidir. Oysa bizim kentlerimiz ve toplumlarımız doğaya meydan okuyan, atık üreten ve kaynakları tüketen bir yapıdadır. Neden en mükemmel öğretmeni görmezden geliyoruz? Doğayı rehber alarak tasarım yapmak, sadece öğrenmek değil, doğanın kusursuz döngüsünü insan yerleşimlerine taşımaktır.

Dirençli toplumlar, doğadan ilham alır ve doğa, hayatta kalmayı öğretir. Sel mi geliyor? Bir bataklık bunun nasıl yönetileceğini bilir. Kuraklık mı kapıda? Kaktüs, az suyla nasıl hayatta kalacağını bize gösterir. Tsunami mi vurdu? Mangrov ormanları, dalgaları emerek sahilleri nasıl koruyacağını bilir. Doğa, milyonlarca yıldır iklimsel şoklara, değişimlere ve felaketlere karşı adapte olmuştur. Ancak insanlar, beton yığınları içinde doğanın bu zekasını göz ardı ediyor. Doğa rehberliğinde tasarım, bizi afetlere karşı daha dirençli yapar. Toplumlarımızı koruyan tampon bölgeler, enerji verimli yapılar ve doğayla uyumlu altyapılar yaratır.

Sürdürülebilirlik, doğanın DNA'sındadır; tüketmek yerine denge kurmayı öğrenmeliyiz. Modern dünya, sınırsız büyüme ve tüketim üzerine kurulmuştur. Ancak doğa bize, sınırsız büyümenin bir yanılsama olduğunu söyler. Bir orman, tüm kaynaklarını tüketmeden sonsuza dek var olabilir. İnsan yapımı sistemler ise tüketimle kendini yok eder. Doğayı rehber alarak tasarım yapmak, enerji verimliliği, su döngüsü, karbon nötrlüğü gibi kavramları bir lüks olmaktan çıkarır ve yaşamın temeli haline getirir. Eğer doğadan öğrenirsek, kaynaklarımızı tüketeceğimize, onları yenileyen bir düzen kurabiliriz.

İnsan ve doğa arasındaki kopukluk, krizlerin ana sebebidir ve bizi doğadan ayıran her şey bizi yok etmektedir. Bugün karşı karşıya olduğumuz iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, su ve hava kirliliği gibi krizlerin temelinde, doğadan kopmamız yatıyor. Doğayı düşman olarak görmek, kentlerimizi, binalarımızı ve yaşam alanlarımızı onunla savaştırmak, geleceğimizi yok ediyor. Oysa ki doğayı rehber edinmek, insanın bir parçası olduğu ekosistemi yeniden kucaklamasıdır. Doğayla uyumlu tasarım, bu kopukluğu giderir ve insan ile doğa arasında yeniden bir bağ kurar.

Gelecek nesillere borcumuz var; doğayı rehber almazsak, geleceği çalarız. Bugün yaptığımız tasarımlar sadece bize değil, çocuklarımıza, onların çocuklarına miras kalacak. Eğer doğayı dışlayan, betonlaşmış ve kaynakları tüketen bir dünya bırakıyorsak, geleceğimizi ipotek altına alıyoruz demektir. Ancak doğayı rehber alarak tasarım yaparsak, daha yaşanabilir, sürdürülebilir ve dirençli şehirler bırakabiliriz. Bu, sadece bir sorumluluk değil, bir adalet meselesidir. Doğa rehberliğinde tasarım, geleceği korumanın en büyük garantisidir.

Doğayla çalışmak, yıkmak yerine yeniden inşa etmektir ve doğa düşman değil, müttefiktir. İnsan, doğayı yıkmakta ve kendini üstün görmekte ısrarcı. Oysa doğa, bizim müttefikimizdir. Ormanlar oksijen sağlar, denizler sıcaklığı dengeler, böcekler gıda zincirini sürdürür. Doğayla çalışmak, insanlık için bir kazançtır. Daha yeşil şehirler, karbon ayak izimizi azaltan enerji sistemleri, su tasarrufu yapan altyapılar doğadan ilham alarak mümkündür. Bu bir savaş değil; doğayla birlikte kazanabileceğimiz bir yaşamdır.

Doğayı rehber alarak tasarım yapmak sadece mimarların, şehir plancılarının, peyzaj mimarlarının ya da tasarımcıların sorumluluğu değil, hepimizin ortak meselesidir. Eğer doğayı görmezden gelmeye devam edersek, ne kentlerimiz ne de toplumlarımız hayatta kalabilir. Ancak doğadan öğrenir, onunla işbirliği yaparsak, sürdürülebilirliği gerçek anlamda hayata geçirebiliriz.

Bu, sadece bir tasarım meselesi değil; gezegenin ve bizim geleceğimiz için bir direniştir. Doğayı rehber edinmeden kurulan şehirlerin, inşa edilen yapıların acı faturasını ülkemizde afetlerle tekrar tekrar görüyor ve yaşıyoruz. En son 6 Şubat Kahramanmaraş Depremlerinde tecrübe ettiğimiz gibi. Eskişehir Teknik Üniversitesi olarak uluslararası bir konsorsiyum ile çalışmaya başlayacağımız “Afet Yönetiminde Ekolojik Planlama ve Tasarım” projesiyle bu konuda fark yaratan işler başaracağız. Unutmayalım ki; "Doğayı rehber edinmeden atılan her adım, geleceğe bırakılan bir risk; oysa doğayla tasarlanan her proje, insanlığa ve gezegenimize yazılmış bir umut manifestosudur."

İyi haftalar dilerim.