Ünlü bir yazar gibi bilgisayarın başına geçtik yazı yazmak için ama…

Yazıya gücümüz yetecek mi bakalım?

Ya da nasıl bir yazı çıkacak ortaya?

Elimde de kahve…

Kahve bitmeden yazıyı yazmaya başlayabilsek bari…

Eskiden daha çok kahve içerdim.

Sadece yazı yazarken değil, kitap okurken de…

Ama artık hiçbir şey tat vermiyor…

Öyküm de tatile gittiği yerden kocaman bir kahve fincanı getirmiş bana.

Muhteşem bir şey…

Dostoyovski’nin elinde bir kahve fincanı görmüştüm, puslu bir fotoğrafta…

Öyküm’ün getirdiği kahve fincanını görünce, keşke daha genç olsaydım, dedim. Gün boyu kahve içerdim bu muhteşem güzellikteki fincanla.

İnsanın yaşı ilerledikçe hiçbir şeyden tat almıyor eskisi kadar.

Canı hiçbir şey istemiyor.

Pek çok şey anlamını yitiriyor.

Her şey zamanında…

Her şey yaşın gençken güzel.

Hermann Hesse’nin kitabı mıydı “Gençlik Güzel Şey”?

Bütün bu kitapları da gençken okudum.

O yıllarda kaç bin sayfa okudum?

Niye?

Neden?

Şimdi hepsi anlamsız geliyor.

Ne saçmalıklarla uğraşmışım, diyorum.

Ne kadar boş işlerle uğraşmışım.

Kitaplar, dergiler, müzik kasetleri…

Birçok şeyi de attım.

Yüzlerce edebiyat dergisi, klasörler dolusu mektup…

Şimdiki gibi beğenme, tıklama, kalp işareti yapma falan yoktu eskiden.

Mektup vardı.

Edebiyatta bir yazı türüydü mektup…

Roman, öykü, otobiyografi okur gibi okunan mektup…

Pek çok yazarın önemli eserlerinden biri de kitaplaştırılan mektuplarıydı.

Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan oluşan “Sevgili Milena”sı; “Dava”dan, “Şato”dan hiç de geri kalmaz.

***

Edebiyat dergilerinde yayımlanan yazılarımı, öykülerimi okuyanlardan…

Yahut da yazıp çizenlerden mektuplar gelirdi.

Bunların bazıları da cezaevlerindendi; o yıllarda cezaevlerinde daha çoktu kitap, dergi okuyan.

O mektupları atmamıştım, klasörlerde saklamıştım.

Sultan, klasörlerdeki mektupları görünce şaşırmıştı.

“Bunlar kim?” demişti.

“Ben de bilmiyorum kim olduklarını!” demiştim.

Çünkü tanımadığım, hiç görmediğim, hiç görmeyeceğim insanlardı bunlar.

“Niye yazdılar bu mektupları sana?” diye sormuştu sonra.

Bir anlık bir heyecanla, bir duygulanmayla, bir dostluk duygusuyla yazılmış mektuplardı bunlar.

Ama yine de söyleyecek bir şey bulamamıştım.

“Niye saklıyorsun bunları, aklın mı yok, at gitsin!” demişti.

Doğru söylüyordu, anlamsızdı artık bunlar.

Şimdi sosyal medya vardı, başparmak işareti vardı, takipçi sayısı vardı, beğenilme vardı…

***

Dört yıl kadar önce, yeni bir eve taşınırken mektupları, edebiyat dergilerini, kendi öykü kitaplarımı attım.

Görenin, “Adam çöpe poşetlerle bir şey taşıyor,” diye kuşkuya kapılmaması için her gece yarısından sonra bir iki büyük poşet çıkararak hepsini çöpe attım.

Üzüntü verici ama yapacak bir şey de yok, zaman değişti.

Sadece zaman değil, değer yargıları da değişti.

Ne okumanın, yazmanın; ne edebiyatın, sanatın değeri kaldı.

İnsanın bile değeri kalmadı!