Kaç yüzü vardır insanın? İki mi? Değil!
Beş altı yıl kadar önceydi.
Bir tanıdık, genç yaşta kansere yakalanmıştı.
Mide kanserine.
Mide kanseri öldürmez, derler.
Ama bizim tanıdığı öldürdü.
Çünkü bizim tanıdık fakir fukara...
Kimsiz kimsesiz bir insandı.
Adeta mide kanseri değil de fukaralık, kimsesizlik…
Garibanlık öldürmüştü onu.
Mide ağrıları ha geçti ha geçecek derken...
Kanser ilerlemiş, her yerini sarmıştı.
***
Yağmurlu bir havada gelmişti haber.
Apar topar cenazeye gitmiştik.
Yağmur da şiddetini artırmıştı.
Cami avlusunda, bir brandanın altında saf tutmuştuk.
İmam, cenaze namazını kıldırmaya başlamıştı.
O sırada arakadaki bir grup insan, brandanın ucunu eğerek brandada biriken yağmur suyunu önlerindeki insanların üzerine boşaltıyordu.
Arkasından da hakır hakır gülüyordu.
Şakalaşıyorlardı yani.
Nerede?
Cenaze namazında!
Genç bir insanın cenaze namazında!
Hey Allah’ım, demiştim.
Bu nasıl bir dünya?
Bunlar nasıl bir insan?
***
Cenazelerde insanlar baş sağlığı diliyor.
Sabır diliyor.
Ölenin arkasından güzel şeyler de söylüyor.
Yıllardır düğün, cenaze, mevlit...
Ölenin üçü, yedisi, kırkı, elli ikisi, sene-i devriyyesi derken…
Gide gele iyi öğrenmişler.
“Allah mekanını cennet etsin.”
“Allah yattığı yerde dinlendirsin.”
“Allah peygamber efendimize komşu etsin.”
Bu söylediklerine bakarsan...
Hüzünlü, kederli...
Acını paylaşıyor...
Ama hemen sonra...
Cenaze başında espri yapanlar...
Fıkra anlatanlar...
Birbirine takılanlar...
Tanıdıklarıyla hasret giderenler...
Dedikodu yapanlar...
Etrafı kolaçan edip cenazeye kimin gelip kimin gelmediğini kestirmeye çalışanlar.
Sağı solu gözetleyip cenaze merasiminin yeterince kalabalık olup olmadığını anlamaya çalışanlar...
Daha neler neler...
Gördünüz işte, insanın kaç yüzünün olduğunu.
İki mi?
Hayır!
Bin bir yüzü vardır insanın.
Sana gösterdiği hangi yüzü?
Onu bilmen imkansız!