Selvi Boylum Al Yazmalım filmindeki meşhur replik, “sevgi, emektir” sözüdür. Sevginin emek gerektirdiği konusu hiç şüphe götürmez. Ancak sevgi ve emek kavramları arasında deterministik (üstten belirlenimci) bir ilişki söz konusu değildir. Aynı zamanda emek de sevgidir.
Emek, insanın ayrılmaz bir parçasıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 1944 yılındaki Philadelphia Bildirgesi’nde belirttiği gibi emek kesinlikle bir mal değildir. Dolayısıyla alınıp satılması mümkün değildir. İşgücü piyasasında değer biçilen unsur, emek değil emek gücüdür. Dolayısıyla emeğin değil, emek gücünün satıldığını belirtmek gerekir.
Bugün, toplumun en büyük kesimi emek gücünü satarak yaşamını idame ettirmeye çalışanlardan oluşuyor. Emek gücünü satarak kendisinin ve ailesinin yaşamını idame ettirmeye çabalayan bu kesim, zorunluluklarla birlikte içinde taşıdığı sevgi nedeniyle de iş yüküne katlanıyor.
Emekle sevgi arasındaki bağ, çalışanların işyerine olan bağlılığı şeklinde sığ bir bakış açısından kaynaklanmamaktadır. Bu bağın derinliklerinde, emek gücünü satarak geçimini sağlayan kesimin kendisinin ve ailesinin yaşamını devam ettirmek için taşıdığı sevgi yer alıyor.
Tıpkı 14 Ocak 2025 tarihi itibariyle emekliliğe ayrılan annemin emeğiyle sevgisi arasındaki ilişkide olduğu gibi…
Annem, kendisinin ve ailesinin yaşamını devam ettirmesi için 2001 yılına kadar kayıt dışı çalıştı. 2001 yılında Tarım ve Orman İl Müdürlüğü’nde geçici işçi statüsünde ilk defa sigortalı oldu. Ardından mantar fabrikasında bir süre deneyimi oldu. Son olarak 2005 yılından bugüne kadar Anadolu Üniversitesi’nde çalıştı.
Anadolu Üniversitesi’nde işe girme sebebi, beni dershaneye göndermekti. O yıllarda bugün olduğu gibi özel okullar yaygın değildi. Hemen hemen tüm çocuklar devlet okullarında görece eşit şartlarda eğitim alırdı. Ayrıcalık yaratmak isteyen veliler ise çocuklarını dershanelere gönderirdi. Annem de tek maaşla bunun mümkün olmayacağından hareketle, beni dershaneye göndermek için çalışma zorunluluğunu hissetmişti…
O yıllardaki temel motivasyonu, benim akranlarımdan geri kalmamamdı. Nitekim böyle bir eksikliği hiç hissettirmediği ve bunun yanında emekçi bir annenin çocuğu olma gururunu yaşattığı için kendisine minnettarım. Nitekim bugün bu satırları yazma aşamasına gelmemde de onun alın terinin payını teslim etmem mümkün değildir…
Annem, 2018 yılına kadar Anadolu Üniversitesi’nde taşeron (alt işveren) işçisi olarak çalıştı. 2017 yılının Aralık ayında çıkarılan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle 2018 yılının Nisan ayında sürekli işçi (4-D) kadrosuna geçti.
Annem, çalışma hayatı boyunca sendikal örgütlenmeye de katıldı. 2015 yılında Kamu İhale Kanunu’nun 62-e maddesi çerçevesinde, personel çalıştırılmasına dayalı hizmet alım sözleşmesiyle kamu idarelerinde iş yürüten taşeron şirketlerde örgütlenmek mümkün hale gelmişti. Eğer idareyle şirket arasındaki sözleşme, bu maddeye dayanıyorsa işçilerin toplu iş sözleşmelerinden kaynaklı ücret farkları idare tarafından üstlenilmekteydi.
Annem o süreçte genel işler işkolundaki Belediye-İş Sendikası’na üye olmuştu. Ancak Anadolu Üniversitesi’ndeki şirkette yetkiyi Hizmet-İş almıştı. Dolayısıyla Hizmet-İş üyesi olarak sözleşmeden yararlanmıştı. Ardından 1 Kasım 2020 tarihinden itibaren sürekli işçilerin tamamının ana işkolundaki sendikalara geçirilmesiyle birlikte, annem Anadolu Üniversitesi’nde uzun yıllar boyunca yetkili olduğu için Tez-Koop-İş Sendikası’na üye olmuştu. Ancak aynı zamanlarda Öz Büro-İş de taşeron şirketteki büro işçilerinin yetkili sendikasıydı.
Tez-Koop-İş ile Öz Büro-İş Sendikası arasındaki yetki uyuşmazlığı nedeniyle mahkeme uzun zaman sürmüştü. Sonrasında Öz Büro-İş yetki davasını kazanınca da Öz Büro-İş’in imzaladığı toplu iş sözleşmesinden yararlandı. Ancak iki sendika arasındaki gerilimde hiçbir zaman taraf olmadı. Nitekim onun için esas olan emekçilerin hakkını almasıydı. Nitekim sonraki süreçte de Öz Büro-İş’le birlikte hareket etmeye devam etti.
2024 yılının ortasında TÜİK gibi devletin ilgili kurumlarının müdahaleleriyle resmi enflasyon başta olmak üzere ekonomik veriler bir hayli düşüşe geçti!.. Bu durum, emekli aylığının hesaplanmasında gösterge katsayısının azalmasına yol açtı. Çalışanların 2024 yılında emekli olmasıyla 2025 yılında emekli olması arasında, ciddi bir emekli aylığı farkı oluşacağı beklentisi ortaya çıktı. Nitekim iki yıl arasında emekli aylıkları arasında yaklaşık yüzde 32 oranında fark oluştu.
Bu beklenti, özel sektörde çalışanların 31 Aralık 2024, kamu işçilerininse 14 Ocak 2025 tarihi itibariyle emeklilik başvurularında yığılma yaşanmasına neden oldu. Annem de emekli aylığı açısından bu farkı yaşamamak adına bir kamu çalışanı olarak 14 Ocak 2025 tarihinde emeklilik başvurusunda bulundu.
Hem yasal hem sosyal hem fiziksel hem de ruhsal olarak dibine kadar hak etti…
Başta annem olmak üzere, kendisinin ve ailesinin yaşamı için var gücüyle çalışan tüm emekçilere ömürleri boyunca refah, mutluluk ve sağlık içerisinde bir yaşam diliyorum.