Son zamanlarda işçiler, çiftçiler, emekliler ve ekonomik açıdan bağımlı durumda olan kesimde ciddi bir rahatsızlık söz konusu…
Son zamanlarda işçiler, çiftçiler, emekliler ve ekonomik açıdan bağımlı durumda olan kesimde ciddi bir rahatsızlık söz konusu… Rahatsızlığın nedeni, alım gücünde yaşanan daralmalar. Rahatsızlığın dışavurumu ise ülke genelinde görülen toplu eylemler biçiminde kendisini gösteriyor.
Eyleme geçen kesimin ortak özelliği, yaşamını devam ettirmek için emek gücünü satmaktan başka çaresi olmamak…
Resmi verilere göre gelir getirici bir işte çalışanların yaklaşık yüzde 72’si ücretli istihdamın içinde yer alıyor. Ücretliler, bir işverene bağlı olarak çalışanları ifade ediyor. Söz konusu işveren, küçük ve büyük ölçekli özel sektör işletmeleri ile kamu işletmelerinin tamamını kapsıyor.
Hayat pahalılığı ve yaşam güçlüklerine karşı harekete geçen bir diğer kesim de emekliler. Türkiye’de son yıllarda aylık bağlama oranlarının düşmesi ve zam oranlarının gerçek enflasyonun çok daha altında kalması gibi nedenlerle emekli/yaşlı yoksulluğu giderek derinleşiyor. Yaşamını sürdürmekte zorlanan emeklilerin bir kısmı, dernekler ve benzeri demokratik kitle örgütleriyle birlikte hareket edebiliyor.
Sözün özü, ekonomik ve sosyal açıdan yalnız başına güçsüz ve bağımlı durumda olan kesim, alım gücünün düşmesine bağlı olarak örgütlenebiliyor ve kitlesel eylemlere başvurabiliyor.
Eylemlerde hükümet ve işverenlerin dışında sendikal örgütler de hedef alınabiliyor. Eskişehir’de Hava İkmal işçilerinin, yaptıkları eylemlerde Harb-İş’in bağlı olduğu konfederasyon olan Türk-İş’e gösterdiği tepki buna verilebilecek örnekler arasında yer alıyor.
İşçiler, köylüler, emekliler ve yoksullaşan kesimin tamamı, hayat pahalılığı karşısında korunmak istiyor. Korunmanın yolu ise etkin bir sosyal politika anlayışından geçiyor. Odağında ücretlilerin korunması yer alan bir sosyal politika anlayışı, ücretlilerin korunması açısından anahtar role sahip.
Özel sektörde ve kamuda çalışanların ücretlerinin korunması için öncelikle enflasyonla güçlü bir mücadele gerekiyor. Bunun için de ücret artışlarının enflasyona yol açtığı biçimindeki akıldışı yaklaşımdan derhal vazgeçilmeli. Nitekim enflasyona yol açan etmenin yüksek ücretler olmadığını, aksine yüksek enflasyonun reel ücretleri baskıladığını son yıllarda hepimiz deneyimliyoruz.
Bu noktada, işverenlerin yararlandıkları emek gücü sayesinde ortaya çıkan değeri paylaşmayı kabullenmesi gerekiyor. Zira üretilen değerin karşılığında emeğin hakkının ödenmemesi ya da eksik ödenmesi, işçilerle birlikte kendi varlıklarını da tehdit edecektir. Kısacası cirolarındaki astronomik artışlar karşısında maliyetlerinin sabit kalması oldukça anormal ve kabullenilmesi güç bir durum…
Ücretlilerin ve emeklilerin alım gücünü azaltan diğer bir etmen de devletin topladığı vergiler. Gerek ücretlerden kesilen gelir vergileri (doğrudan vergiler), gerekse dolaylı vergiler (KDV gibi) devlet açısından gelir kaynağı olarak görülüyor. Söz konusu kaynak, devlet gelirlerinin büyük bir kısmını oluşturuyor. Yani devlet gelirlerinin büyük kısmı emekçi kesimden tahsil ediliyor. Oysa ekonomik tablolara göre büyüme gösteren kesim, belirli şirketlerden ibaret. Bunun karşısında geniş halk kesimi ise büyük bir hızla yoksullaşıyor. Dolayısıyla ülke içinde yaratılan hasılanın adaletsiz paylaşımını önlemek için vergi sisteminde adalet şart!
Sonuç olarak belirtilebilir ki, cretlilerin ve emeklilerin yaşam koşullarını düzeltmeye yönelik önlemler alınmadığı takdirde, eylemlerin etkisini giderek arttıracağı günler bizleri bekliyor olabilir.