Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 29. Taraflar Konferansı (COP29), 11-24 Kasım 2024 tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenleniyor.

Bu konferans, küresel ısınma ve sera gazı emisyonlarını azaltma amacıyla taraf ülkelerin katılımıyla gerçekleştirilen önemli bir organizasyon. Bu yılki Zirvenin ana hedeflerinden biri, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele etmelerine yardımcı olmak için yeni bir küresel iklim finansmanı hedefi belirlemek. Bu, 2025 sonrası dönemde iklim finansmanının artırılmasını amaçlamakta. Ayrıca Konferansta, fosil yakıt kullanımının azaltılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş konuları da ele alınıyor. Bunun dışında iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden en çok etkilenen ülkeler için bir Kayıp ve Zarar Fonu’nun oluşturulması ve bu fonun etkin bir şekilde işletilmesi de gündemdeki önemli konular arasında.

Bu yıl zirve, iklim değişikliğiyle mücadelede kritik bir dönemeç olarak görülmekte. Konferansın, küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlama hedefi doğrultusunda somut adımlar atılması ve uluslararası iş birliğinin güçlendirilmesi açısından önemli sonuçlar doğurması beklenmekte.

Adından da anlaşılacağı gibi bu 29. konferans. Bu konferanslar, Birleşmiş Milletlerin tüm konferansları içinde en geniş katılıma sahip konferanslar. Geçen yılki Konferansa yanlış anımsamıyorsam, yaklaşık 70.000 kişi katılmıştı, bu yıl da en az bu kadar katılım bekleniyor. İklim değişikliği ile mücadele konferansı için iklim değişikliğine en fazla etki eden uçaklarla seyahat eden on binler. Ne büyük bir çelişki, daha en başından. Diğer yandan bunca konuşmaya, katılıma rağmen yol alınabiliyor mu? Gezegenimize ve yaşadığımız afetlere bakıldığında hayır... Çok daha basit düşünmek ama düşündüğünü eyleme geçirmekle başlamak gerekiyordu aslında belki de her şeye…

Geçenlerde bir dost meclisinde, herkes günlük sıkıntılarından bahsediyordu. “Trafik, ekonomi, yağmur yağmıyor, market fiyatları uçmuş!” Herkesin şikayet ettiği bir dünyada, masaya bir soru bıraktım: “Peki hiçbir ağaca teşekkür etmeyi düşündünüz mü?” Önce bir sessizlik oldu, ardından biri sordu: “Ağaca teşekkür? Neden?”

Almanya’da lise öğrencisiyken, bir gün ağaç dikmeye gitmiştik. Öğretmenimiz, toprağa ilk fidanı yerleştirdiğinde şöyle demişti:

“Bir gün bu fidan, senden fazla gölge verecek.”

O zamanlar bunu anlamadım, ama şimdi fark ediyorum ki hayatın anlamı, kendi gölgenden fazlasını verebilmekten geçiyor. Fakat biz insanlar, çoğu zaman doğaya karşı benciliz. Suyu tüketiyoruz, ağacı kesiyoruz, toprağı kirletiyoruz ve sonra da “neden afetler yaşıyoruz” diye hayıflanıyoruz. Belki de suyun sabrını, ağacın sevgisini ve toprağın şefkatini unuttuk.

Bir köyde büyük bir sel olmuş. Köyün en yaşlısı, “Bu selin suçlusu kim?” diye sormuş. Herkes birbirine bakmış, sonra yaşlı adam gülerek devam etmiş:

“Suya kızmayın, asıl suçlu biziz. Onun yolunu tıkadık, yatağını değiştirdik, sabrını zorladık. Su sadece hakkını aldı.”

İşte biz de doğanın hakkını elinden alıyoruz ve sonra onun bizden intikam aldığını düşünüyoruz. Halbuki doğa, ne affeder ne de intikam alır. Sadece dengede kalır.

İnsanoğlu, kendisini doğanın üstünde gören tek canlı. Tarihin her döneminde, doğayı alt etmeyi bir zafer olarak gördük. Fakat zafer sanılan bu durum, aslında bir yalnızlık hikâyesidir. Doğadan ne kadar uzaklaşırsak, kendi yaşam şansımızdan da o kadar uzaklaşıyoruz. Çünkü doğa, yalnızca nefes aldığımız yer değil; aynı zamanda kim olduğumuzu hatırlatan bir aynadır. Küçük bir an için durup düşünelim: Bugün kullandığınız suyu, yediğiniz ekmeği ya da soluduğunuz havayı ne kadar fark ediyorsunuz? Şehir hayatının koşuşturmacasında, bu basit ve hayati unsurları unuttuğumuzu fark etmek ürkütücü değil mi? Doğa, bizden bir şey istemiyor. Sadece bize verdiği her şeyi fark etmemizi bekliyor.

Bugün doğanın da susmaya başladığını görüyoruz. Kuruyan nehirler, yok olan ormanlar, artan doğal afetler… Hepsi bize aynı şeyi söylüyor: “Beni anlamıyorsunuz.” Ama doğayı anlamak için geç kalmış sayılmayız. Her şey bir farkındalıkla başlar.

Bu yazıyı okuduğunuzda belki şunları düşünmelisiniz: “Bugün doğa için ne yaptım? Suyu daha az tüketmek, bir ağaç dikmek, yere bir çöp atmamak… Küçük ama anlamlı adımlarla, doğayla barışabilir miyim?” Çünkü doğa, bizimle bir anlaşma yapmak istemiyor. O sadece kendi dengesi içinde kalmaya devam ediyor. Eğer biz bu dengeyi bozmazsak, onun da bize vereceği sonsuz nimetleri vardır. Doğa bize her zaman bir şans verir. Bu şansı değerlendirmek ise tamamen bizim elimizde. Bugün bir fidan dikin, doğada bir yürüyüş yapın, bir nehrin kenarında oturup düşünün ve şu soruyu kendinize sorun: “Bugün doğa için bir şey yapabildim mi?” Eğer bu soruya evet cevabını verebiliyorsanız, işte o zaman doğayı anlamaya çalışıyorsunuz demektir. Çünkü doğanın asıl istediği, onu anlamamızdır. Onu anladığımızda, sadece doğayı değil, kendimizi de kurtaracağız. Çünkü doğa, en eski ve en bilge dostumuzdur.

Unutmayın, doğa sizin düşmanınız değil, yol arkadaşınızdır. Onun sesine kulak verin. Belki de size şunu fısıldar: “Her şey bir tohumla başlar. Büyütmek sizin elinizde.”

Şimdi sıra sizde: Bu yazıyı okuduktan sonra, bir ağaca teşekkür etmekle başlayabilirsiniz. Onu selamlayın ve sadece teşekkür edin. Çünkü o ağaç, size verebileceğiniz en değerli şeyi, yani yaşamı sunuyor ve belki de o ağaç, sizin bu teşekkürünüzü yüzyıllardır hak ediyor.

Bir gün Mevlana’ya sorarlar:

“Bu kadar güzel ve etkileyici sözleri nereden buluyorsunuz?”

Mevlana, hafifçe tebessüm ederek cevap verir:

“Bizde ne varsa, gelenin gönlündeki güzellikten.”

Bir peyzaj mimarı olarak, Mevlana’nın bu sözü benim için çok derin anlamlar taşır. Biz de aslında doğanın gönlündeki güzellikleri, insanlık için görünür kılmaya çalışıyoruz. Fakat günümüzde insanlar doğayı ne kadar anlıyor? Ya da daha kötüsü, ne kadar dinliyor?

Herkese iyi haftalar diliyorum.