Geçtiğimiz hafta Mersin’e gittik. Kardeşim var Mersin’de. Küçük kardeşim.

Sekiz kardeşin en küçüğü.

Onun da yaşı elliye yaklaştı. Ama yine de o, gözümde, hep küçük kardeş.

***
Henüz vakit varken, henüz gücümüz yerindeyken...
Arabayla, Pozantı rampasını kamyonların arasından sıyrılıp çıkabilecek güçteyken...
Yaklaşık yedi saat araba sürebilecek yaştayken...
Ve otobanda yüz kırk kilometre hızla araba sürmeye cesaret edebilecekken gidip görelim istedik küçük kardeşimi.
İleride ne olur ne olmaz; elimiz ayağımız mı tutmaz, gözümüz mü görmez, kulağımız mı duymaz, bacağımız mı aksar, ölümcül bir hastalığa mı yakalanırız?
Kalbimiz mi durur aniden, bir gece sabaha doğru?
İnsan belli bir yaştan sonra kaygıyla yaşıyor.
Ve kim bilir ölümümüz ne zaman, nasıl olacak?
Bugün mü, yarın mı; üç yıl sonra mı, beş yıl sonra mı; uzak mı, yakın mı?
İngiliz ressam Turner’i biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde yazmıştım.
Hastalandığında, Doktor;
“Bu dünyadaki işlerinizi bitirin, çok az zamanınız kaldı,” diyor.
Ne zaman, nasıl öleceğini bilmemek kadar bilmek de korkunç bir şey.
İşte o yüzden, gidelim, gidip görelim, dedik.
Sabah on otuz gibi yola çıktık. Akşam altıda ancak varabildik. Hava kararmaya başlamıştı. Bütün gün yol gittik. Üstelik de yolun büyük bir kısmı otoban.
Geçiş dört yüz on lira. Gittiğin yoldan geri de dönecek olduğuna göre dört yüz on lira da geri gelirken...

Ne ala memleket!

Yol yol değil, para basma makinesi.
***
Otobanda hız sınırı yüz yirmi, bazı yerlerde yüz kırk... Ama bazı sorumsuzlara bu da yetmiyor.

Bu sorumsuz insanlar sol şerit kendilerine özel ayrılmış gibi sol şeride geçip önüne gelene selektör yapa yapa, korna çala çala sınırsız bir hızla gidiyor.
Sadece sorumsuz değil aynı zamanda hiç kimseye, hiçbir şeye saygısı olmayan insanlar bunlar.

Bir de arabada yiyip içtiklerinin kutusunu, çöpünü arabanın camından otobana atanlar var.

Onlara söylenecek bir şey yok artık.

***
Mersin’de Atatürk evini ziyaret ettik. Müthiş bir mimarisi var evin, konağın.

1897’de Almanya Konsolosu Christman, Mersinli tüccar Mavromati’nin kızıyla evlenince, Anadolu insanı yoksulluktan inim inim inlerken tüccarın kızı otursun diye yaptırılmış saraya benzeyen bu konak.

Pek Atatürk evi de sayılmaz. Atatürk, 1925’te Mersin’i ziyareti sırasında burada konuk edilmiş sadece.

Sonra, deniz kenarındaki bir kiliseyi ziyaret ettik. Rahip bize kiliseyle ilgili bilgi verdi.
Kapıdan çıkarken bir şeyi fark ettik. Değişmeyen, bütün dinlerde aynı olan bir şeyi…

Kilisenin girişinde büyük bir bağış kutusu konmuş. Parasız ne bu dünya ne öbür dünya yani!
Oradan deniz kenarına indik.

Deniz kenarında yüksek katlı binalar, gökdelenler.

Mahallelerde tek katlı, çatısız, boyasız, gecekondu benzeri evler.

Ve çarşısında pazarında bir karmaşa, bir hengame. Trafikse keşmekeş.

Tramvay yok. Tramvay dışında her şey var ama: otobüs, minibüs, bisiklet, motor…

Harala gürele bir trafik! Dat dat dat! Kim kime korna çalıyor belli değil.

***

Bir hafta kadar kaldık kardeşimin yanında.

Dönüş için yola çıkacağımızdan bir gün önceki akşam genç bir kadın geldi evlerine. Arkadaşları. Fal bakıyor.

Benim de falıma baktı. Kahve falı.

“Gittiğin yerde seni gözü yaşlı insanlar bekliyor olacak,” dedi.

Haydaa! Böyle falcı mı olur?

Bir şey olmadı. Döndük. Yazıyı da yazdık.

Ölmeden önce bir daha gidebilir miyiz, gidemez miyiz küçük kardeşimi görmeye?

Hiç bilmiyorum.