Üç beş ay önce TEDx konuşmalarına göz gezdirirken tesadüfen Phil Borges’in neredeyse 10 yıl önce yayımlanan bir konuşmasına denk gelmiştim.
Öylesine dinlediğim o konuşmayı daha sonra üzerinde bi çok notlar alarak tekrar tekrar dinledim.
Geçenlerde yine aklıma geldi, 2014 yılında YouTube da yayımlanan bu konuşma… Phil Borges çok uzun yıllar dünyanın farklı bölgelerindeki yerlilerin yaşamlarını ve kabile kültürünü araştırarak belgeseller hazırlayan, bir araştırmacı, fotoğrafçı, gezgin, idealist bir bilim insanı…
Konuşma şöyle başlıyor:
“Yerli kültürleri seviyorum, zamanda geriye gitmemi ve yüzyıllar önce insanların nasıl yaşadıklarına tanıklık etmemi sağlıyorlar ve bunu yaparken daha pek çok şeyin farkına varıyorum, kazandığımız ve kaybettiğimiz şeyleri… Evet özellikle medeniyetle birlikte kaybettiğimiz şeyler; toprakla, doğayla ve insanla olan ilişkilerimiz…”
Ve başlıyor yerli kültürlerin yaşantılarına yönelik gözlemlerini anlatmaya…
Hawai de sahilde tanıştığı bir kadın yengeçlerin delikten kum çıkarttıklarını görüyor ve kumu çıkartma ve dağıtma yönüne göre ertesi gün şiddetli bir fırtına çıkacağını söylüyor. Borges, bunu nasıl bildiğini merak ederken kadının dediği gibi ertesi gün şiddetli bir fırtınayla karşı karşıya kalıyor.
Bunun gibi örnekler verirken, oğluyla birlikte öncesinde uyarılmasına rağmen çıktıkları bir yolculukta hava koşullarına bağlı yaşadıkları zorlukları vs anlatıyor; yerlilerin tabiatla olan öngörülerine dair.
Ve diyor ki “ yerliler bu evrenin doktorantlarıdır, onlar evrenin işlenişine ait her türlü bilgiye sahiptirler”
Borges, kabile kültüründeki insanlar üzerinde araştırma yaparken, bizzat o insanlarla uzun süre birlikte yaşayarak henüz teknolojiden nasibini almamış, bu kültürlerde var olan ama bizim kaybettiğimiz şeylerin neler olduğuna dikkat çekiyor aslında…
Yerlilerin birbirleriyle ve sosyal düzendeki ilişkilerinde “herhangi bir kurumları yok, sosyal güvenceleri yok, sağlık hizmetleri sınırlı, düzenli gelirleri yok, hayatta kalmak için birbirlerinin desteğinden başka hiç bir şeyleri yok” diyor…
Statü farkı yok, hırs yok, ihtiras yok, adam kayırma yok, torpil yok, hile-hurda yok, paranın satın alabileceği pek bir şey yok… herkes eşit yani…
İnsanların birbirleriyle ve özellikle ruhla olan ilişkilerine odaklanmış Borges uzunca bir süre.
Bu insanlar toprağa, suya, ağaca, havaya her şeye minnettarlık besliyorlar ve her varlığın bir ruhu olduğuna inanarak dua ediyorlar. Çocuklar geniş bir aile gibi topluluk içinde büyütülüyor ve yetiştiriliyor. Çocuklar ve yaşlılar çok yakın ilişki içinde büyütülüyor çünkü çocuğun ruhunun dünyaya yeni giriş yaptığı ve yaşlıların ruhuyla beslenmesi, deneyimlenmesi gerektiğine inanıyorlar…
Uzun yıllar yaptığı gözlemlerde, formal eğitimsiz yani okulsuz büyütülen saf insan hali büyülüyor adeta Borges’i…
Yine İnsan haklarına yönelik bir proje yürütücüsü göreviyle Tibet’te bulunduğu dönemde, o bölgede şifacı- kahin- keşiş-medyum gibi adlarla toplumda öne çıkmış insanlar ilgisini çekiyor bu defa. O dönem Dalai Lama’nın da başkâtipliğini yapan bir kâhinle görüşme yapmak için röportaj talep ediyor, ilk röportajını gerçekleştiremese de iki gün sonra nihayet istediği röportajı gerçekleştiriyor. Röportajın sonunda asıl önemli soruyu soruyor. Diyor ki Borges
“nasıl oldu da kahin olduğunuzu keşfettiğiniz, neden başkaları değil de siz, neden sizi kahin seçtiler yada burada bu kahinler, kaşifler nasıl seçiliyor”...
Ve kâhin başlıyor anlatmaya:
“küçük yaşlarda kafamın içinde çeşitli sesler duymaya başladım, hatta çok korktum, öleceğimi sandım, ne yapacağımı bilemedim, ailem o çevrede yaşlı bir büyüğü getirdi, o bana “senin özel güçlerin var, hasta değilsin, ben senin ruhunu daha da güçlendireceğim” diyerek benimle 1-2 yıl geçirdi, ruhumu nasıl ehlileştireceğime dair beni eğitti vs diye anlatıyor uzun uzadıya…
Birkaç yıl sonra yine Kenya’nın kuzeyinde fotoğraf çekimi esnasında başka bir kâhinden de benzer hikayeler dinleyince araştırmalarını bu defa kahinler üzerinde yoğunlaştırıyor. Uzun yıllar dünyanın farklı yerlerinde yaklaşık 60 kâhin ya da medyumla görüşüyor, bunların kendi kabileleri içindeki görüşmelerine ve yaşantılarına tanıklık ediyor Görüştüğü kahinler o topluluğun ya da kabilenin kanaat önderi, hatırı sayılır, sözleri dinlenen önemli kişiler yani…
Bütün topladığı bilgilerden sonra, kahinlerinin ortak noktası, çocuk yada ergen yaşlarda yaşadıkları bir çeşit, psikolojik kriz veya halüsinasyon hali… Sonrasında çevrelerinde bir aile büyüğü ya da destek veren bir yaşlı ile birlikte gizil güçlerine inanarak büyüme hikayeleri olduğu sonucuna varıyor…
Ve Borges asıl meseleye geliyor…
Bazı istatistikler vereceğim diyor “ her beş kişiden biri hayatı boyunca en az bir kere psikolojik kriz yaşıyor. Ve her kriz yaşayan 20 kişiden birisi psikiyatrik hasta diye damgalanıyor. Bu herhangi biyolojik hastalık gibi bir şey değil, hayatının seyrini değiştiren bir damga olabiliyor” diyor. “Hele bu çocuksa, çocuk zaten ne yaşadığı anlamlandıramıyor, doktora götürüyorlar, sen hastasın al bu senin ilacın kullan, iyileş deniliyor ve etiketleniyor, farklı olduğu gerekçesiyle izole ediliyor”
“Hangi ilaç bu durumdaki birine iyi gelebilir ki” diye soruyor Borges ve iki örnek gösteriyor modern dünyaya ait.
Bunlar da yine bir psikolojik kriz esnasında başlanan ilaç serüveniyle birinin toplumdan kopuşunu diğerinin de madde kullanımıyla sokakta yaşama sürüklendiğini aktarıyor ve daha birçok örnek var bunlar gibi diyor…
Sonra da asıl önemli soruyu soruyor...
“bu gençler acaba kabile kültüründe yaşasalardı ne olurdu” diyor.
“Onları etiketleyip sözde ilaç tedavileriyle izole etmek mi daha doğru olur,
Ya da daha iyi olduklarına inandırılarak ruhlarına şifa vermek mi daha iyi gelir” diyor.
Bir insanın bir diğerine olan etkisi, şifacı mı yoksa damgacı mı?
Güçlendirici mi yoksa ayrıştırıcı mı?
İşte konuşmanın en can alıcı soruları bu…
Biz en çok neyiz, şifacı mıyız yoksa damgacı mı?!?
Ve Albert Einstein’dan bir alıntı ile bitiriyor konuşmasını:
“Biz insanlar kendimizi evren dediğimiz bütünden ayrı bir şey olarak deneyimleme eğilimindeyiz. Oysa görevimiz şefkat çemberimizi tüm dünyayı ve tüm canlıları kucaklayacak şekilde genişletmektir. Çünkü böyle bir çaba kurtuluşumuza giden yoldur ve iç huzurumuz ve güvenliğimiz sadece buna bağlıdır”…
***
Bugün malum 3 Aralık…
Birleşmiş Milletler tarafından engellilerin topluma kazandırılması ve haklarının “tam ve diğer insanlara eşit ölçüde” sağlanması amacıyla çalışmaların yapılması gereken bir gün olarak duyurulmuş ve Uluslararası Engelliler Günü olarak kabul edilmiş bir gün…
Engelliler günü yani…
Önce etiketliyoruz, ayrıştırıyoruz sonra da “sizleri seviyoruz, canımız, ciğerimiz” diye farkındalık günleri ilan ediyoruz böyle…
Nerden baksan tutarsızlık…
En küçük bir farklılığa tahammülümüz yok, tutturmuşuz bir normallik safsatası, normal gelişim göstermek zorunda diye bir saçmalığa inandırmışız kendimizi;
az biraz geride kaldı diye hoppp ayırıyoruz, üretim hattındaki kusurlu bir parça gibi uygun görmediklerimizi…
Bir sürü yetersizlik türü ilan ettik, zihinsel, bedensel, işitsel, duyusal, psikolojik diye..
Bir de yeni moda olanlar var, özgül öğrenme güçlüğü, algılama güçlüğü, hiperaktivite, dikkat eksikliği, duyusal bozukluk vs vs dilediğini seç… bi ton etiket var yani…
Yetişkinlerin pek de bi şey bilmediğinden olsa gerek, çocukların her bi şeyi öğrenmesini istiyoruz. Öğrenemiyorsa büyük bir sorun vardır gözüyle yaklaşıyoruz..
Hani her birey özeldi, biricikti, tekti. Her birinin kendine has bir gelişim hızı, öğrenme potansiyeli vardı, bom boş laflar…
Ne zaman bu cümleler ağdalı ağdalı konuşulmaya başlandı işte o gün bugündür engellilik kavramı insana yakıştırılır oldu…
Sağlıcakla…