17 Ağustos 1999, saat 03:02’de meydana gelen Marmara Depremi, Türkiye’nin yakın tarihindeki en büyük afetlerden biridir.
Merkez Üssü, Kocaeli’nin Gölcük ilçesiydi ve büyüklüğü 7.4 olarak ölçüldü. Yaklaşık 45 saniye sürdü. Deprem, Marmara Bölgesi’nde geniş bir alanda hissedildi ve özellikle Kocaeli, Yalova, Sakarya, İstanbul ve Düzce’de büyük yıkıma neden oldu. Resmi rakamlara göre 17,480 kişi hayatını kaybetti. 43,953 kişi yaralandı. Yaklaşık 200,000 kişi evsiz kaldı. 66,441 konut ve 10,901 iş yeri yıkıldı.
Deprem sonrası, Türkiye’de deprem bilinci ve yapı güvenliği konularında önemli adımlar atıldı. Bu trajik olay, Türkiye’nin deprem gerçeğiyle yüzleşmesine ve daha güvenli yapılaşma için adımlar atılmasına vesile olsa da, 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremleri gösterdi ki, hala beklenen büyük Marmara Depremi için hazırlıklar çok yetersiz.
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin ardından Türkiye’de büyük bir toplumsal dayanışma ve yardımlaşma örneği sergilendi. Deprem sonrası binlerce gönüllü, arama-kurtarma çalışmalarına katıldı ve depremzedelere yardım etti. Ülke genelinde birçok bağış kampanyası düzenlendi. Hem bireysel hem de kurumsal bağışlarla depremzedelere destek sağlandı. Birçok ülke ve uluslararası kuruluş, Türkiye’ye yardım gönderdi. Bu yardımlar arasında arama-kurtarma ekipleri, tıbbi malzemeler ve geçici barınma çözümleri yer aldı.
Deprem sonrası Türkiye’de acil durum yönetimi ve afet koordinasyonu konularında önemli adımlar atıldı. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) gibi kurumlar kuruldu. Deprem sonrası yapı denetimi ve inşaat mevzuatında önemli değişiklikler yapıldı. Daha güvenli ve dayanıklı binaların inşa edilmesi için yeni standartlar belirlendi. Depremden etkilenenler için psikolojik destek hizmetleri sunuldu. Travma yaşayan bireyler için terapi ve danışmanlık hizmetleri sağlandı. Deprem bilinci ve afet hazırlığı konularında eğitim programları düzenlendi. Okullarda ve topluluklarda deprem tatbikatları ve eğitimler yaygınlaştırıldı. Bu trajik olay, Türkiye’de toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösterdi.
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin ardından inşaat sektöründe önemli değişiklikler yapıldı. Deprem sonrası, yapıların depreme dayanıklılığını artırmak amacıyla yeni yönetmelikler ve standartlar getirildi. 2007, 2012 ve 2019 yıllarında yönetmeliklerde ciddi değişiklikler yapıldı. Deprem sigortası zorunlu hale getirildi, böylece binaların sigortalanması teşvik edildi. Yapı denetim kuralları sıkılaştırıldı ve denetim süreçleri daha titiz hale getirildi. Türkiye genelinde arama-kurtarma ekiplerinin sayısı artırıldı ve bu ekiplerin eğitimleri geliştirildi.
Riskli yapıların yenilenmesi amacıyla kentsel dönüşüm projeleri başlatıldı. Bu projeler, özellikle deprem riski yüksek bölgelerde yoğunlaştı: Devlet, gerekirse ada bazında kentsel dönüşüm yaparak riskli yapıların yenilenmesini sağladı. Yapıların nitelikli mühendislik hizmeti alması sağlandı ve bu konuda eğitimler verildi. Deprem bilinci ve yapı güvenliği konularında toplumsal farkındalık artırıldı. Bu değişiklikler, gelecekteki depremlere karşı daha hazırlıklı olunmasını sağlamak amacıyla yapıldı. Yapıldı da işe yaradı mı?
Ne yazık ki hayır. Aslında 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'nden sonra alınan tedbirler ve çıkarılan mevzuatlar, deprem riskine karşı daha güvenli bir ülke inşa etmek amacıyla önemli adımlar olarak atılmıştı. İşe yaramadığını 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depreminde çok büyük acılarla anladık. Nerede yanlış yaptık ki, belki de insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkımlardan birini yaşadık.
İlk olarak, denetim mekanizmalarının etkin bir şekilde işlemediği ortaya çıktı. Mevzuatlar sıkılaştırılmış olsa da, bu kuralların uygulanmasında ciddi zaaflar yaşandı. Denetim süreçlerinin yeterince titiz olmaması, özellikle büyük şehirlerde ve hızlı büyüyen bölgelerde kontrolsüz yapılaşmaya neden oldu. Riskli bölgelerde yapılaşmanın devam etmesi, bu bölgelerdeki bina stoğunun yenilenmemesi ya da güçlendirilmemesi, büyük bir yıkımın kapısını araladı.
İkincisi, kentsel dönüşüm projeleri amacı dışına çıkarak ranta dayalı bir yapılaşma sürecine dönüştü. Deprem riski taşıyan bölgelerde nitelikli ve depreme dayanıklı binalar inşa edilmesi gerekirken, bu süreç maalesef bazı bölgelerde yoğun yapılaşma ve şehirsel rant yaratma aracı olarak kullanıldı. Bu durum, özellikle deprem sonrası yaşanan yıkımın boyutlarını daha da artırdı.
Üçüncüsü, toplumun deprem bilincinin yeterince artırılmamış olması ve bu konuda süreklilik arz eden eğitim programlarının yetersiz kalması da önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Deprem eğitimleri ve tatbikatları yaygınlaştırılsa da, toplumun tüm kesimlerine ulaşmakta ve bu bilinci kalıcı kılmakta başarılı olunamadı. Bu da özellikle deprem anında ve sonrasında yaşanan kaosun ve can kayıplarının artmasına yol açtı.
Bu noktada, geçmiş hatalardan ders alarak geleceğe yönelik daha sağlam adımlar atmak kaçınılmaz hale gelmiştir. Ülkemiz deprem riski yüksek bir coğrafyada yer aldığından, depremle yaşamayı öğrenmek ve bu gerçeğe uygun olarak şehirlerimizi, binalarımızı, eğitim sistemimizi ve toplumsal bilincimizi yeniden şekillendirmek zorundayız. Bu kapsamda, deprem yönetmeliklerinin sadece kâğıt üzerinde kalmaması, tüm yapılaşma süreçlerinde etkin bir şekilde uygulanması gerekmektedir. Bu noktada, bağımsız ve tarafsız denetim mekanizmalarının kurulması ve denetimlerin sıkı bir şekilde yapılması elzemdir. Kentsel dönüşüm projeleri, rant yaratma aracı olmaktan çıkarılmalı ve riskli bölgelerde, gerçekten ihtiyaç duyulan alanlarda uygulanmalıdır. Bu süreç, nitelikli mühendislik hizmetleri ve bilimsel veriler ışığında yürütülmelidir. Deprem bilinci, sadece belirli dönemlerde gündeme gelen bir konu olmamalı; sürekli ve kapsamlı eğitim programlarıyla tüm toplum kesimlerine yayılmalıdır. Okullarda, iş yerlerinde ve topluluklarda düzenli tatbikatlar yapılmalı ve bu bilincin sürekliliği sağlanmalıdır. Deprem riskine karşı alınacak tedbirlerin bilimsel verilere dayanması ve teknoloji ile desteklenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, deprem erken uyarı sistemlerinin geliştirilmesi, binaların sismik izolatörlerle güçlendirilmesi ve yapı malzemelerinin kalitesinin artırılması gibi önlemler ön plana çıkmalıdır.
17 Ağustos depreminin olduğu dönemde Gebze’de TUBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Bilişim Teknolojileri Araştırma Enstitüsü’nde çalışıyordum. Oldukça güzel bir Körfez manzarası vardı merkez yerleşkesinin. 16 Ağustos gününe kadar görmeye alışık olduğumuz Körfez manzarası, 17 Ağustos sabahı günün aydınlanmasıyla tamamen değişmişti. Körfezin güneyinde yer alan, denize dolgu üzerine oluşmuş kıyıları ve kentsel dokuyu, deniz geri almış ve kilometrelerce öteden bile görülecek düzeyde kıyı çizgisinde ve tabii ki bu kıyılardaki kentsel alanlarda değişiklikler olmuştu. Bu, o bölgede yaşayan binlerce insanın hiç umulmadık bir şekilde hayatını kaybetmesine neden olmuştu. Merkezin o keyifli körfez manzarasına bakmak, o günden sonra bana sadece acı verdi.
Ben kendi adıma bu olaydan dersler çıkardım. O günden beri gezegenimizi, onu oluşturan sistemleri, ekosistem servislerini anlamaya çalışıyor ve gezegenimizi tehdit etmeyen ve afetler tarafından tehdit edilmeyen insan yerleşimlerinin nasıl olabileceğini araştırıyorum. Çıkardığım derslerden edindiğim tecrübeyi ve bilgi birikimini görev yaptığım Eskişehir Teknik Üniversitesi Yer ve Uzay Bilimleri Araştırma Enstitüsü’nde ülkemizin afetlere karşı dirençli olması konusunda yaygınlaştırmaya çalışıyorum. Ancak sadece biz bilim insanlarının çıkardığı derslere bağlı ödevlerini yapması yetmez. Siyasetçinin, yerel yönetimlerdeki yöneticilerin, meslek insanlarının, yatırımcıların, inşaat sektöründeki aktörlerin, plancıların, toplumumuzun ders çıkarması ve üzerlerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmeleri gerekiyor. Üzülerek söylüyorum ki, ülke olarak ölümlerden bile yeterince ders çıkaramadık. Daha çok acıları gebe bu topraklar…