Son yıllarda hayatımızın her aşamasında karşı karşıya kaldığımız şiddet olgusu giderek okullarımızı da sarmaladı ve çok sayıda eğitim emekçisi şiddetin hedefi haline gelmeye başladı. Her geçen gün durum daha ciddi bir hal alıyor. Okullarımızın şiddetin yansıdığı veya karşılık bulduğu bir alana dönüşmesinin nedenlerini artık sorgulamak zorundayız.

 Mevcut iktidarın, eğitimin ana unsurları olan çocukları ve öğretmenleri yeterince gözetmeyen, gereksinimlerini, taleplerini göz ardı eden eğitim politikaları, öğretmenleri, velileri ve çocukları karşı karşıya getiriyor.

Bu nedenle okullarda artan şiddeti siyasal iktidarın bütüncül politikalarından bağımsız ele alamayız.

BÜYÜKLERİN NEFRET DİLİ…

   Son 20 yılda yaygınlaşan ayırımcı politikalar, nefret dili kullanımı, yoksulluk ve adaletsiz gelir dağılımının giderek derinleşmesi, hak arama kurumlarına karşı duyulan güvensizlik toplumun her kesiminde öfkeyi ve hoşgörüsüzlüğü artırdı. Artık toplumda yasal çerçevede hak aramanın yerini “şahsen haddini bildirme” almaya başladı.

   Üst düzeyde yapılan talihsiz açıklamalarda, eğitim sisteminde yaşanan olumsuzlukların temel nedeni olarak öğretmenlerin gösterilmesi, CİMER gibi uygulamaların öğretmenlerin tepesinde bir sopaya dönüştürülmesi, MEB’in yaşanan sorunlara çözüm üretmek yerine öğretmenleri ve idarecileri veli/öğrenci karşısında yalnız bırakması, bugün yaşananlara zemin oluşturmuştur.

MÜFREDAT MI PARTİ PROGRAMI MI?

    Milli eğitimin asıl sorunları çığ gibi büyürken, 22 yılda 18 kere değiştirilen öğretim programları bir kez daha değiştiriliyor.  

“Kendi kafalarına göre” hazırladıkları müfredat taslağının ismi bile örtük hedefleri gösteriyor. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” AKP’nin 2023 seçim kampanyasının sloganıydı. Yani adından da anlaşılacağı gibi bu yeni müfredat (!) daha başından bir eğitim programından daha çok bir siyasi parti programına benziyor.

Müfredat değişikliği deyince galiba bazılarının aklına sadece Cumhuriyetin kazanımları, laiklik, Atatürk İlke ve devrimleri geliyor…

HANİ MÜLAKAT KALKACAKTI?

    Bugün aynı sınıflarda aynı öğrencilerin yaşamlarına dokunan öğretmenler sözleşmeli, ücretli, aday, uzman, başöğretmen gibi sınıflamalarla beş parçaya ayrıştırıldı.

Kamuda ve özel okullarda çalışan binlerce eğitim emekçisi yoksulluk sınırının altında ücretlerle çalıştırılıyor.

Öğretmen yetiştiren okullardan başarıyla mezun olmuş insanları tekrar mülakatla öğretmen yapmanın sadece öğretmenlerin bilgisine güvensizlikten kaynaklanmadığını herkes biliyor.

Tüm okullarımızda, ÇEDES projesi ile eğitimci niteliği taşımayan dini yapılanmalara ait kişiler, manevi danışman gibi isimlerle kendilerine göre değerler eğitimi vermeye devam ediyorlar.

Kapatılan 20 binden fazla köy okulunun kırsalda yarattığı toplumsal çöküntü hala sürüyor.

Hiçbir nesnel değerlendirme yapılmadan okulların nitelikli, niteliksiz diye sınıflandırılmasıyla öğretmen ve öğrencilerin yaşadığı örselenmeler giderek artıyor.

Binlerce sayıya ulaşan proje okulu gibi hangi projeye hizmet etiği bilinmeyen okullarla ve öğrenci bulamadığı halde fen lisesinden çok daha fazla açılan imam hatip okulları ile tam bir keşmekeşlik içine düşmeye başlayan MEB; Cumhuriyet tarihinin en kötü günlerini yaşıyor.

Bu koşullarda, öğretmen-öğrenci ilişkisinin sağlıklı olması beklenebilir mi?.. 

NE YAPMALIYIZ?

   İstanbul’daki üzücü olayın failinin Irak kökenli bir öğrenci olması iktidarın yanlış göçmen/sığınmacı politikaları açısından ayrıca değerlendirilebilir. Ancak, bu olaydaki asıl üzerinde durulması gereken noktanın bir öğrencinin okuduğu okulda bir öğretmenini silahla öldürmesi olduğu unutulmamalıdır.

    MEB’in eğitim kurumlarının tümünde, şiddetle mücadele edebilmek için alınması gereken somut önlemleri gösteren bir eylem planı olmalıdır. Bu kapsamda tüm eğitim çalışanlarına yönelik şiddete ilişkin kapsamlı bir yasal düzenleme acilen hayata geçirilmelidir.

Aksi takdirde bir ülkenin eğitim sisteminin o ülkenin geleceği için karamsar bir görüntü yaratmasından daha kötü ne olabilir ki?