Yazıya tarih atarken fark ettim. Mart’ın yirmi üçüne gelmişiz. Ne kadar da hızlı geçiyor zaman. Zaman bir değirmen gibi…
Sen de değirmenin ağır taşları arasında, milyonlarca buğday tanesinden bir buğday tanesi.
Kurtulabilirsen kurtul un ufak olmaktan, toz zerresine dönüşmekten.
***
Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer, demişler.
Babam övünerek anlatırdı geçmiş zamanını. Övündüğü de ne ki?
“Askerden geldiğimde sırtım beş karıştı!”
“Evleneceğim zaman anam yeşil çuhadan bir elbise diktirmişti ki bana, bakan bir daha bakıyordu.”
“Gençliğimde, pancar yığınına daldırdığım dirgeni savurunca, pancarlar kamyon kasasının diğer tarafına düşerdi.”
Annem, defalarca dinlediğimiz bu hikâyelerden sıkıldığımızı anlayınca araya girer,
“Ben senin gençliğini de biliyorum!” derdi.
Aslında övünülecek bir geçmişi falan yoktu babamın.
Zorluklar içinde geçen bir geçmiş zamandı onunki…
Ağır işlerde çalışarak geçip giden bir geçmiş zaman…
Manisa’ya çalışmaya gidermiş. Üzüm bağlarında çalışmaya…
Geceleri de bağda kalır, kuru toprağın üstünde yatarmış.
Daha neler neler… Yokluk içinde geçen bir geçmiş zaman.
Hayat karşısındaki başarısızlığını da,
“Babası öldüğünde anasının karnında kalan çocuktan ne olur ki?” diye savunurdu.
Babası, annesi kendisine hamileyken ölmüş; babasını hiç görmemiş.
Annesi ikinci kez evlendirilince; Tokur denilen, sara hastası, cehennem zebanisi gibi bir babalığın yanında büyümüş.
***
Yanlış bildiği bir şey vardı babamın.
Hayattaki başarısızlığının, hep yenilmesinin asıl nedeni fazlaca dürüst yaşamasıydı.
Yani geçmiş zaman herkes için cihana değmiyor.
Zaten her atasözü de doğru değildir.
Öyle olsaydı, her zaman doğruyu söyleseydi bizim şu atalar…
“Erken kalkan yol alır,” derken biri, “acele işe şeytan karışır,” demezdi diğeri.
“Ben başarımı, her işime on beş dakika önce başlayarak elde ettim,” sözünün etkisinde kalan makasçı da on beş dakika önce değiştirince makası, tirenler birbirine girmiş.
Neyse, geçelim bunu.
Saçmalık.
Karadenizli miymiş makasçı?
Kim bilir.
Ve ben de kim bilir nereden okudum bunu.
***
Bizim cihana değecek bir geçmiş zamanımız oldu mu?
Olmadı.
Sekiz kardeş.
Yer sofrasının ortasında alüminyum bir tencere.
Herkesin elinde tahta bir kaşık, Aşil’in mızrağı gibi bir çatal. Saldırırdık sofranın ortasındaki tencereye.
Ne yerdik, ne içerdik?
Bu da değil de, yatılı okuldu tek okuma şansım. Yatılı okulun yüksek tel örgüleri vardı hapishane gibi.
Dersten sonra, tel örgülerin önüne koşardı arkadaşlarım, yoldan geçen güzel kızlara bakmak için.
Ben utanır, bunu ayıp sayar başımı o tarafa çevirmezdim bile.
Ne ayıptı!
Olur muydu hiç öyle şey!
Fakat işte, şimdi düşünüyorum da o tertemiz, sımsıkı kızların kim bilir ne güzel bacakları vardı.
Ve kim bilir ne kadar heyecan vericiydi onlara bakmak, tel örgülerin arkasından da olsa.
Biz de biraz fazla dürüst, fazla ahlaklı, fazla saygılı yaşadık.
Ona saygı duy, buna saygı duy; o ayıp bu ayıp derken geçip gitti hayat.
Onun için hayali cihana değecek bir geçmişimiz falan yok.
Ama yine de zamanın bu kadar hızlı geçip gitmesi keder veriyor insana.