Belki de hayatı bu kadar ciddiye almamak gerekiyor.
Bu kadar ciddiye alacak ne var ki?
Ciddiye alsan da almasan da sonun belli!
Altmış mı olur, yetmiş mi olur?
Seksen, doksan olsa ne değişir?
O da biter…
Tükenir bir çırpıda.
Doksan dört yaşında ölen Fazıl Hüsnü Dağlarca ne demişti?
“İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?” demişti.
Yani?
Yani işte öyle.
Düşünen, anlayan, kavrayan, duygulanan, hisseden…
Seven, sevilen...
Aşık olan insan, bin yıl yaşamalı.
Yeter mi?
Yetmez.
Onun için, hayatta olup biten her şeyi o kadar da ciddiye almamak lazım…
Bu arada…
Söylemek, yazmak kolay ama…
Hayatı en fazla ciddiye alan da benim.
Çoğu insanın umursamadığı pek çok şey benim canımı sıkar mesela.
Aklıma takılır.
Haksızlık mı yaptı biri bana?
Ya da başkasına…
İstediği kadar, “hakkını helal et” desin…
Öldüresim gelir onu.
Ama yine de siz bana bakmayın.
Hiçbir şeyi de aklınıza takmayın.
Sonuçta…
Ne yaparsak yapalım…
Her şey olacağına varıyor!
Bu arada "şey" her zaman ayrı yazılır.
Günümüzde gereksiz bir bilgi.
Kimin umurunda neyin nasıl yazılacağı?
Benim de uğraştığım şeye bak!
Çehov'un bir hikayesini okumuştum.
Arkadaşı, noktalama işaretlerini doğru kullanmadığı için eleştiriyor onu.
O da bunu aklına takıyor.
Gurur meselesi yapıyor.
Öyleydi böyleydi derken…
İntihara kadar gidiyor iş.
Niçin intihar ediyor?
Kendisine, noktalama işaretlerini doğru kullanmadığı söylendi diye.
İnanılacak gibi değil, değil mi?
Günümüzde ne çok yazar var, bağlaçla eki ayırt edemeyen.
Ya sosyal medya?
Sosyal medya kendine özgü bir dil oluşturmuş.
Ama ne dil!
Kör cahil dili!
Al işte!
Kimin umurunda dil bilgisi kuralları?
Ama benim umurumda işte!
Çehov’un hikayesindeki gibi bu yüzden intihar edeceğim falan yok elbette
Yine de canımı sıkıyor, okuduğum bir yazıdaki dil bilgisi yanlışları.
Değer mi kafamı buna takmaya?
Değmez.
Ne buna ne de bir başka şeye…
Siz de takmayın öyle her şeyi kafanıza.
Her şey olacağına varır.