Türkiye’de özellikle sanayi sektöründeki işverenler, “işçi bulamıyoruz” söylemini o kadar fazla dile getiriyor ki bu söylem, deyim yerindeyse tam bir klişe hâlini aldı.
Sanayi ve ticaret odaları, işveren sendikaları ve dernekleri gibi birçok örgüt, bu söylem üzerinden mağduriyet yaşadığını kanıtlamak için birbirleriyle yoğun bir rekabet içerisinde…
İşverenlerin, işçi bulamıyoruz söylemini, nitelikli/vasıflı personelle sınırlandıran girişimleri de mevcut. Türkiye’de teknik ve mesleki eğitimini tamamlamış, popüler tabirle meslek sahibi işgücünün sayısı gittikçe azalıyor. Bunun arkasında ülkenin eğitim ve istihdam politikasının payı oldukça yüksek. Ancak, söz konusu sorunun bireysel faktörlere indirgenmesi, yapısal etmenlerin üstünü örtmekten başka hiçbir işe yaramıyor.
TÜİK’in son yayınladığı verilere göre Türkiye’de 15 yaş üzerindeki nüfus 65 milyon 906 bin. Çalışanlar veya çalışma isteği olup da iş bulamayanlardan oluşan işgücünün sayısı 35 milyon 827 bin. Bu kişilerin 32 milyon 522 bini istihdam edilirken, işsiz sayısı 3 milyon 305 bin. İşgücüne katılmayanların sayısı ise 30 milyon 80 bin.
İşgücüne katılmayanların bir kısmı öğrenime devam edenlerden oluşuyor. Diğer taraftan çalışmak isteyip de iş bulma ümidini yitirmiş kişiler, kayıt dışı çalışanlar ve benzeri gruplarda yer alanlar da 30 milyonluk grubun içerisinde yer alıyor. Ancak TÜİK, söz konusu kişileri, ne işgücünün ne de işsizlerin içine dahil ediyor.
Bu noktada alternatif bir işsizlik tanımı yapma gereği ortaya çıkıyor. DİSK-AR tarafından yapılan geniş tanımlı işsizlik araştırması da bu açığı kapatmayı amaçlıyor. DİSK-AR’ın son verisine göre, geniş tanımlı işsiz sayısı 10 milyon 890 bin. Öte yandan gençlerin yüzde 36,2’si geniş tanımlı işsiz!
Peki o kadar işsiz varken, sanayiciler neden işgücü kıtlığı yaşadığını iddia ediyor? Tam da bu noktada Türkiye işgücü piyasasının dinamiklerini oluşturan yapısal sorunlar ortaya çıkıyor. Yapısal sorunları göz önüne alarak bir değerlendirme yapıldığında bu soruya cevap vermek kolaylaşıyor.
İşverenlerin “işçi bulamama” iddiasının arkasında, her şeyden evvel sermayenin kendi doğası yer alıyor. Her zaman daha fazla kâr ve sermaye birikim sürecinin hızlanması amacı, emeğin yalnızca bir maliyet olarak görülmesini ve bu maliyeti azaltmak için yapılan her türlü hamlenin normal kabul edilmesini beraberinde getiriyor.
Ücretler, çalışma süreleri, sosyal güvenlik primleri, yıllık izinler, sosyal ödemeler, kıdem tazminatı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri, doğanın ve emeğin korunması gibi birçok konu, geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olanlar için hayati öneme sahip. Ancak sermaye sahipleri açısından her biri, üzerinde kısıtlamalar yapılması gereken maliyet kalemleri…
Öyle ki Türkiye’de günümüzde asgari ücret, ortalama yaşam ücreti durumuna geldi. İşverenlerin büyük kısmı, asgari ücreti standart ücret olarak algılıyor. Ücretlerin yükselmesi, kabul edilmesi imkânsız ve adeta tabu niteliği kazanmış durumda…
Sefalet ücretlerine karşılık çalışma sürelerinin de uzun tutulmasını arzu ediyorlar. Nitekim haftalık çalışma sürelerinin 60 saati aşan OECD ülkeleri arasında lider durumdayız. İstihdam edilenlerin yüzde 15,1’i haftalık 60 saatin üzerinde çalışıyor. Bizi takip eden rakiplerimiz ise Kolombiya, Meksika ve Kosta Rika!
Ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler karşısında, yaşam şartlarını iyileştirmeye çalışan işçilerin örgütlenmesi ise işverenler tarafından şiddetle karşı çıkılan konuların başında geliyor! Borusan Limanı’nda çalışan işçilerin Liman-İş, Polonez fabrikasında çalışan işçilerin ise Tekgıda-İş Sendikası’na üye olmasının ardından yaşananlar, işverenlerin bu tutumuna verilebilecek en iyi örnekler arasında. Anayasa, yasalar ve uluslararası sözleşmeler ile teminat altına alınan sendikal haklar, maliyet unsuru olarak görülmesi nedeniyle, söz konusu işverenler tarafından ayaklar altına alınıyor.
Dolayısıyla işverenlerin “işçi bulamıyoruz” söylemi, sunulan çalışma koşulları göz önüne alındığında somut bir karşılık bulmuyor. Sanayi sektörü açısından ise bu soruna ilave konular dahil oluyor. Gençler, kent merkezlerinin dışındaki organize sanayi bölgelerinde, ağır koşullar altında çalışmak yerine, alışveriş merkezlerinde ve hizmetler sektöründe çalışmayı tercih ediyor. Bunun elbette sosyolojik ve psikolojik boyutları var. Ancak en büyük etkenin, sanayinin gençlere ekonomik açıdan cazip fırsatlar sunmaması olduğunu düşünüyorum.