Orhan Pamuk, “Sabahları, Rüya’yı okula bıraktıktan sonra, mesaiye gider gibi yazıhaneme gidip bütün gün kafama vura vura yazıyorum,” demişti.

Yazmaya devam etmek için kendimle mücadele ediyorum adeta.

“Kafama vura vura” olmasa da…

Bir mücadele işte…

Değer yargılarına, değişen zamana…

Ve kendime karşı mücadele…

Ve biliyorum, hiçbir kıymeti olmayan boş bir işle uğraşıyorum.

Hem de yıllardır…

Ne geçti ki elime?

Hiçbir şey!

***

Ziyaretine gelen Çetin Altan’a, hastane yatağında;

“Çetin bak ne hallere düştük? Yarıçapım dahi olmayan adamlar bile benden daha iyi bir hayat yaşadı!” diyen kimdi?

Bir zamanların en çok okunan yazarı Ref’i Cevat (Cevat Ulunay) mıydı?

Naci Sadullah mıydı?

Va-Nu (Vala Nurettin) miydi?

Haydar Rıfat mıydı?

Yoksa Süleyman Nazif miydi?

Bugün kim biliyor bu isimleri?

Hiç kimse.

Ve çoğunun da hayatı sefalet içinde son bulmuş.

Bizim bu yazı işi böyle bir şey işte…

Buna rağmen bu insanlar neden canla başla yazı yazmaya devam etmişler?

Tanzimat Dönemi yazarı Ahmet Mithat Efendi,

“Halkı eğitmek için,” demiş.

O nedenle kendisine “hace-i evvel (ilk öğretmen) demişler.

Tarcüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmış; çok sayıda hikaye, roman, tiyatro yazmış.

O kadar çok yazmış ki, yazdıklarını basabilmek için evinin altında matbaa kurmak gibi bir çılgınlığı bile yapmış.

Niçin?

Halkı eğitmek için.

Ama sözünü ettiğimiz 1860’lar.

Şimdi, günümüzde, maşallah, halk pek çok yazardan daha yazar; pek çok aydından daha aydın; iki bira yuvarlayınca, sosyal medyada yazmadık şiir, yazmadık yazı bırakmıyor.

Üstat Önder Baloğlu,

“İnternet icat oldu bizim yazı işi de bozuldu,” demişti.

Hatta biz biraz geri bile kaldık, bu okumadan yazan tayfa yanında.

Biz yıllarca, “iyi bir yazı ancak çok okunarak yazılabilir” diye masa başında saatlerimizi harcarken körü körüne…

Ne çok sosyal medya şairi, yazarı türedi?

Aziz Nesin,

“Her Türk’ten üçü şairdir,” demişti.

Şimdi, sosyal medyaya bakınca anlaşılıyor ki, ne üçü; her Türk’ten en az beşi şair!

Ama yine de…

Her şeye rağmen yazı yazmaya devam edeceğimiz kesin.

Hem de,

“Niye yazıyorsun?”

“Ne oluyor yazınca?”

“Neden uğraşıyorsun bu işlerle?” sorularına rağmen.

İşin garip yanı…

İçimi kemiren bu soruları en çok da kendi kendime soruyorum.

Gün içinde…

Gece yarısı…

Mesela gece uyanıyorum, içimde bir ses:

“Neden yazıyorsun?”

“Sana ne!” demek geliyor içimden kendime. “Sana ne!”