Yazı neredeyse hazır.
Bitmek üzere.
Ortada yazılan bir şey yok ama olsun.
Her şey aklında.
Kelimesi kelimesine, cümlesi cümlesine, satırı satırına.
Her şey kafanın içinde.
Gece gündüz…
Uyurken uyanıkken…
Yolda yürürken…
Trafikte kırmızı ışıkta beklerken…
Akşam yemekte karşında oturan karın gün boyu yaşadıklarını, tanık olduklarını anlatırken…
Kafanda yazmışsın yazıyı.
Defalarca da okuyup gözden geçirmişsin zihninde.
İş artık masanın başına oturup kovalayan var gibi, nefes almadan, var gücünle yazıyı kaleme indirmeye kalmış.
***
Tam işe başlamışken içinden, içindeki o korkunç kaygıdan gelen bir ses duyarsın:
'Şu kelimeyi çıkar. Bak neler geliyor insanların başına.'
Doğru…
Bir hiç uğruna…
Değer mi?
***
Yeniden kendini toparlayıp…
Hadi bakalım.
'Dah de Leyla!'
***
Tam hızını almışken…
'Şu cümleyi… Şu biraz önce yazdığın cümle var ya, işte onu, onu da sil. Hatta o paragrafı tümden sil. Bak neler oluyor, neler geliyor insanların başına! Sosyal medya hesabında paylaştığı iki satırdan... Sen kim oluyorsun ki!'
Doğru…
Ben kim oluyorum ki!
Bir şey olsa kim duracak arkamızda.
Hiç kimse.
Sesimizi duyan bile olmaz.
Ne lüzum var hal böyleyken.
***
Üstelik de…
Üstelik de yılların köşe yazarları dahi...
Ne güzel yazıyorlar şimdi!
Tatlı tatlı.
Nalına mıhına!
Nalına mıhına!
Ne şiş yansın ne kebap!
Ne şiş yansın ne kebap!
Her tarafı birden kollayarak...
Nasıl beceriyorlar bunu?
Hakikaten şaşıp kalıyor insan.
***
Ben de kendime bir söz verdim; boğazıma duran yumruk gibi bir söz!
Kesinlikle!...
Kesinlikle suya sabuna dokunmak yok.
Etliye sütlüye karışmak yok.
Yok!
Dünya yansa...
Beni ırgalamaz.
***
Jean Paul Sartre, durmasın;
'Yazardan istediğim, gerçeği ve ortadaki temel sorunları görmesidir,' demiş olsun.
Görmüyorum! N'olacak!
Yaşadığımız çağ farklı.
Bu çağ o çağ değil!Bu çağ bambaşka birçağ! Bambaşka bir çağ!