Milli Eğitim Bakanı Sayın Yusuf TEKİN, Bakan olmadan önce Müsteşarlığı dönemindeki icraatlarından dolayı eğitim camiasının çok iyi (!) tanıdığı bir isimdir.
Sayın Tekin’in geçen yıl öncelikle Eskişehir ve İzmir’den başlattığı, okullarda imamların görevlendirilmesini sağlayan “ÇEDES” uygulaması ve “karma eğitim” ile ilgili sözleri tepki ile karşılanmıştı.
Yusuf Bey’in şimdi de “kendi kafasına göre” yaptığı Laiklik tanımı üzerinden bir döneme yönelik sözleri kamuoyunda gerçekten üzüntüye neden oldu.
CHP başta olmak üzere bazı siyasi partiler, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Eğitim İş gibi birçok kuruluş Yusuf Tekin hakkında suç duyurusunda bulundu.
Sayın Bakan’ın 2014 yılından beri (milli eğitimin çözüm bekleyen onca sorunu varken…) sürekli farklı siyasi yaklaşımlı açıklamalar yapması oldukça düşündürücü…
LAİKLİK VE ÖZGÜR AKIL!..
Öncelikle belirtelim ki, laiklik kavramını Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar icat (!) etmedi. En kısa tanımı ile “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” diye bilinen laiklik, “din işlerinin” vicdana, “devlet işlerinin” ise özgür akla bırakılmasıdır.
Laik devlette siyaset, hukuk, eğitim, ekonomi gibi devlet işleri, değişmeyen dinsel kurallarla değil, zamanla değişen çağdaş kurallarla yürütülür.
Laiklik, dine ya da dindarlığa değil, devlet ve toplum üstündeki “dinsel vesayete” yani toplumun “din temelli yeniden yapılandırılmasına” karşıdır.
Laik devletin bireyi ise “aklını kullanan” düşünce ve vicdan özgürlüğüne sahip bireydir. Bu yüzden laiklik, “birilerinin söylediği gibi” sadece din ve inanç özgürlüğü değildir; aynı zamanda aklın ve düşüncenin de özgürlüğüdür.
CUMHURİYETİ KURANLAR…
Cumhuriyeti kuran öncü kadroların laiklikten anladığı dini yasaklamak değil; kimsenin dini düşüncesine karışılmaması, devletin “resmi” dininin olmaması, devlet idaresindeki tüm kanunların, kuralların akıl ve bilimin çağdaş uygarlığa sağladığı şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılması, dinin siyasetten ayrı tutulmasıdır.
Bugün, maksatlı, yalan yanlış bilgilerle yıpratılmaya çalışılan Cumhuriyetin öncü kadroları 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildiğinde Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetleri saklayarak koruyan kişilerdi.
Bazıları, İngilizlerin Türkiye’den alıp götürmek istedikleri kutsal emanetleri, şimdi eleştirdiğiniz bu kişiler sayesinde ziyaret edebildiklerini unutuyorlar.
İsmet Paşa, Lozan’da korumayı başardığı kutsal emanetleri 2. Dünya Savaşı döneminde de korudu. Bu dönemde Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetler, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki bazı arkeolojik eserler ve Milli Saraylardaki çok değerli eşyalar buralardan alınıp Niğde Saruhan’daki Akmedrese’de, Niğde’deki üç camide koruma altına alındı. Hatta Sivas Divriği’deki Ulu Cami bu amaçla onarıldı.
Elbette, kutsal emanetler ile çeşitli arkeolojik ve tarihi eserlerin saklandığı o camilerin kapısına kilit vurulup başına jandarma dikilmişti.
Yıllardır Kurtuluş Savaşı’nda “Keşke Yunan kazansaydı…” diyebilen fesli, püsküllü çakma tarihçilerin yalan yanlış sözlerine inanma gafletine düşenlere tarihi gerçeği galiba bir kez daha hatırlatmak gerekiyor;
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü olmak üzere tüm öncü kadrolar ve aziz şehitlerimiz olmasaydı vatan topraklarında “özgürce” yaşayabilen ne Müslümanlar ne de Türkler kalırdı…
ULUS DEVLETİN TEMELİ…
Demokratik ve laik bir ulus devlet, dinsel, mezhepsel ve etnik açıdan farklı kimlikleri birbirinin üstü veya astı olarak görmez. Bunların çatışmasına izin vermez. Laikliği aşındıran, dini siyasallaştıran her adım, demokrasiyi, yurttaş kimliğini, toplumsal barışı ve ulusal bütünlüğü de aşındırır.
Laiklik ve laik eğitim sistemi Türkiye Cumhuriyeti’nin çimentosudur. Bu nedenle Server Tanilli’nin dediği gibi; “Müslüman dünyada ilk kez yetiştirdiğimiz laiklik gülüne herkes özen göstermelidir. Bu özen esirgenirse o gül solar gider; çevremizdekilere benzer, tanınmaz hale geliriz!..”