Eskiden... Her şey daha sadeydi. Cemiyet içinde “su gibi aziz ol” derlerdi. Misafire önce su ikram edilirdi.
Çocuklar çeşme başında toplanır, şırıl şırıl akan suyun sesi, onların kahkahalarıyla birleşirdi. Biz suyu sadece içmezdik; ona bir hürmetimiz, bir edebimiz vardı.
Peki ya şimdi?
Plastik şişelerin ardına saklanmış, adına “markalı su” denen bir ikilem var. Su, marketlerde satılıyor; etiketlerinde “doğal kaynak” yazıyor, altına da minik harflerle: “Plastik kullanımı çevreye zararlıdır.” Ne ironik değil mi? Çevreye zarar vermeyen su içmek için çevreye zarar veren şişeler kullanıyoruz.
Bir de tabii reklamlar var... “Arıtılmış, mineralli, hafif...” Sanki suyu içmiyoruz da spa merkezine gidiyoruz! Halbuki suyun en büyük özelliği, sade olmasıydı. Bizim büyüklerimiz suyu çeşmeden içer, “Allah razı olsun, kim bu çeşmeyi yaptırdıysa” diye dua ederdi. Şimdi ise “havuza girmeden önce duş alınız” yazısını okuyup, suyla aramıza bir mesafe koyduk.
Kuraklık...
Evet, artık resmen tanıştık onunla. Anadolu gibi bereketli topraklarda yaşayan bizler, sularımızı hoyratça kullandık. Tarla sularken derelerimizi, yer altı su kaynaklarımızı kuruttuk. Kentlerimizi beton yığınlarına çevirdik. Yağmur duasına çıkan köylülerle dalga geçtik, ama gökyüzüne dikilen gökdelenlerden yağan su faturalarına inanamadık.
İstanbul’da barajların doluluk oranı yüzde 20’nin altına indi. Su yetmez oldu. Yetmeyince ithalat başladı: Suyu uzun zamandır İstanbul’a ithal ediyoruz! Evet, İstanbul gibi her tarafı denizlerle çevrili bir şehirde, “suyu başka şehirlerdeki havzalardan ithal etmek” diye bir şeyimiz de var artık.
Ve o meşhur görüntüler...
Musluk açık, dişler fırçalanıyor. İnsanlar bir yudum su içmek için damacanaya koşuyor. Banyoda bir saat kalıyor ama “Duş almadan güne başlayamıyorum” diyor. Banyodan sonra Instagram’da şu paylaşımı yapıyor: “Kuraklık çok büyük sorun, herkes tasarruf yapmalı.”
Peki çözüm?
Aslında her şey elimizde. Anadolu’nun kadim yöntemleri bize ilham olabilir. Eskiden her köyde bir sarnıç vardı; yağmur suyu birikir, bu su kurak yaz aylarında kullanılırdı. Bugün bu geleneği modern teknolojilerle birleştirsek, şehirlerimizde yağmur bahçeleri, su depolama sistemleri kursak, kuraklıkla baş etmemiz mümkün.
Daha da önemlisi, bireysel farkındalık. Sabah yüzünüzü yıkarken musluğu açık bırakmamak, çocuklarınıza suyun ne kadar değerli olduğunu anlatmak, sadece tüketmek yerine, bir şeyler üretmeye odaklanmak... “Suyumuz var nasılsa” dememek, çünkü o suyumuzun, tükenmek üzere olduğunun farkında olmak.
Ve belki de en önemlisi...
Suyu bir içecekten fazlası olarak görmek. O hayatın kaynağı, bizim en sadık dostumuz. Su gibi aziz olmak için, önce suyun değerini bilmek gerek.
………………..
Su...
Bir damlası denize yol olur, bir damlası çöle can. Taşı deler, sabır öğretir. Köpürür, öfkeyi anlatır. Buharlaşır, özgürlüğü hatırlatır. Su, hayattır deriz ya, aslında su, hayatın ta kendisidir.
Ama biz...
O hayata hoyrat davrandık. Akan çeşmelerin sesini kesip, yerlerine beton binalar diktik. Çocuklarımızın yalınayak gezdiği dere kenarlarını süpermarket otoparklarına çevirdik. Ve şimdi, susuzluğun eşiğinde oturmuş, boş bardaklarımızla geleceği izliyoruz.
Oysa su bizden şikayetçi değil.
Musluklardan taşan, taşkınlara dönüşen, en sonunda yok olmaya yüz tutan da bizim telaşımız. Su hep orada, sabırla bekliyor. Yağmur bulutlarıyla dans ediyor, köklerimize nüfuz ediyor, bizi hala affediyor.
Peki biz ne yapacağız?
Belki bir sabah uyanıp kendimize şu soruyu sormalıyız: “Suyu bu kadar tüketerek, kendimizi mi tüketiyoruz?” Cevabını hemen bulamayabiliriz, ama sorgulamak bile bir başlangıçtır. Ve belki de cevap, çok basit bir yerde saklıdır: Bir bardak suyun içinde.
Bir bardak su...
Elinize alın, dikkatlice bakın. Berrak yüzeyinde yansımanızı göreceksiniz. O bardak, size dünyanın ne kadar güzel olduğunu anlatıyor. "Ben buradayım" diyor. "Sana hayat veriyorum, ama benim de yaşama şansıma saygı duy."
Unutmayalım, su hayatı olduğu gibi, umudu da taşır.
Bugün musluklarımızdan damla damla aksa da, yağmurun ilk damlasıyla yeniden doğabiliriz. Sarnıçlarımızı geri getirebiliriz. Yeşil çatılar kurabilir, yağmur bahçeleri, sünger şehirler yapabiliriz. Çocuklarımıza suyun değerini anlatabiliriz. Ve belki en önemlisi, suyu bir nimet olarak değil, bir emanet olarak görebiliriz.
Çünkü bu dünya bizim değil.
Ne gökyüzü bizim, ne toprağın altındaki su. Biz sadece bu büyük sistemin küçük bir parçasıyız. Ve bu parçayı koruyamazsak, büyük resmi kaybederiz.
Haydi, bardaklarımızı kaldırıp içelim.
Ama içmeden önce bir an durup düşünelim. Su gibi sade, su gibi temiz ve su gibi aziz olabilir miyiz? Bize hayat veren bu mucizeyi hak edecek kadar nazik olabilir miyiz?
Cevap evetse, işte o zaman sadece biz değil, gelecek nesiller de “su gibi aziz” bir dünyada yaşayabilir. Eğer değilse, suyun sessiz sitemini çok geçmeden duyacağız.
Ama hala umut var.
Çünkü su...
Kızmaz, küsmez, unutmaz.
Sadece bekler.
Ve biz, onu hak edene kadar bekleyecek.
Son bir not...
Su, bardakta durduğu gibi durmaz. İster istemez akar, taşar, kendine yol bulur. Biz suya ne kadar sahip çıkarsak, o da bize o kadar sadık kalır. Haydi, “su gibi aziz” bir geleceği hep birlikte inşa edelim. Yoksa bir gün, çocuklarımıza anlatacak bir “su hikayemiz” bile kalmayabilir.
Yarından sonra yeni bir yıl başlıyor. Su gibi aziz olduğumuz bir yıl olsun yeni yıl… İyi yıllar diliyorum…